"Zaman ve mekân mefhumundan etkilenmeyen, rotasını nasıl belirlediğini akıl erdiremediğimiz bir seyyahın hikâyeleri ile buluşturacağım sizleri. Kâh günümüzde, kâh bilinmeyen bir zamanda ve yerde çıkacak ortaya. O heybesinde biriktirdiklerini dökecek, ben de ulaştıracağım okuyanlara."

Tabiatın cömertliğini esirgemediği, her türlü canlıya kucak açan sulu selli yerler geride kalmıştı. Yağız at ile yolculuğumuz, bu defa çorak diyarlara getirmişti bizi. Tanrının elini çektiği topraklarda uzun zaman yol kat ettik. Yaşama dair hiçbir iz ile karşılaşmadık. Ta ki ıssızlığın ortasında, ağır aksak tırmandığımız tepenin zirvesine varana kadar... Toz bulutu içinde kalmış bir yerleşim yeri duruyordu karşımda.

Sokaklarında dolanırken sarığım ile yüzümü kapatmıştım. Burun direği kıran ağır koku karşısında, âdeta ruhum bedenimden kaçmaya çalışıyordu. Nefes almak eziyet gibiydi. Bir süre evlerin arasında gezindim. Ortalarda kimseler görünmüyordu, terk edilmişti sanki. Daha fazla duramadım ve sokakları aşarak evlerden uzaklaşacağım sırada bana doğru yaklaşan birini gördüm. Üstü başı perişan haldeydi. Adamın hâli içimi öyle sızlattı ki, kokuyu bile unuttum.

Gelir gelmez,"Hoş geldin dayı!" deyip elimi sıktı. Hemen sonra bir yandan atı incelemeye, bir yandan da mütemadiyen sorular sorarak konuşmaya başladı.

"Senden başka kimse yok mu burada?" diye sordum ve cümleler yağmur gibi yağmaya başladı.

"Eskiden burada çok insan yaşardı. Tarlalar, bahçeler... Dağ tepe yeşil, her taraf ağaçtı. Bir gün bazı adamlar geldi ve toprağın altından bir şeyler çıkarmak istediler. Bize de para vereceklerini söylediler. Hepimiz sevinçten uçtuk. İşe başladılar. Yalnız anlam veremediğimiz şekilde ağaçlar, bitkiler çürüyüp giderken tarlalar ürün vermez oldu."

Araya girerek, "Nasıl anlam veremediniz? Sebebi ortada..." diyecektim, fırsat vermedi.

"Geçim sıkıntısı çekmeye başladık. Adamlar halimize acıdı, bize yardım için para verdiler. Çok iyilerdi, zor zamanımızda yanımızda oldukları için bizde onlara yardım etmeye karar verdik. Sırtımızla yük çektik, dişimizle tırnağımızla çalıştık. Adamların gözü yaşardı yaptıklarımız karşısında."

Ortada bir sebep yokken bu kadar şey olmuş gibi anlatıyordu. O anlattıkça sinirden benimde gözlerimden yaş geliyordu.

"Bir zaman sonra işleri bitti. Yanımıza geldiler, 'Biz gidiyoruz, lakin içimiz rahat değil. Sizin buralarda yaşanacağı yok. Bizimle gelin iş yerlerimizde çalışırsınız, bari karnınız doyar,' dediler. Tabi her zamanki gibi çok sevindik. Sonra herkesi alıp gittiler. 'Kapanmamış birkaç sıvı dolu çukur var. Sana zahmet sende onları kapat gel,' dediler bana da..."

Duyduklarım karşısında elim ayağım titriyordu. Bütün insanları karşımdakinde görebiliyordum. Daha fazla dayanacak gücüm kalmadı ve yaradana sığınıp bir tokat aşk ettim adama.

"Niye vurdun dayı?" dedi kıpkırmızı olmuş yanağını tutarken.

"Sinek konmuştu," dedim, "Tamam o zaman, çok sağol dayı!" dedi.

Sesimi çıkarmadım, yağız ata binip dörtnala oradan uzaklaştım.

HASAN KORKMAZ