Demokrasilerde hükümetler güçlerini halktan alırlar. Bir hükümetin arkasın­da ne kadar halk desteği varsa, o hükü­met o kadar güçlü olur. İcraatlarını halktan aldığı destekle yürütür. Halkın desteği azal­dıkça, hükümetlerin icraatlarındaki isabet ve kararlılık da azalır. Halk desteğini çekince hü­kümet gider, yerine halkın tasvip ettiği başka bir hükümet gelir. Esas olan budur.

Türkiye'de, şimdiye kadar kurulan hükümetlerin arkasında halkın desteği ne kadar olursa olsun hiçbirinin iktidar olmaya gücü yetmemiştir. Kuruluşundan günümüze kadar Birçok hükümet var olmuş, ancak bu hükümetle­rin büyük bir çoğunluğu iktidara sahip olama­mıştır. Hükümetler iktidarların emrinde ya da güdümünde icraat gösterebilmişlerdir. Bu güdümü kabul etmeyen ve içlerine sindireme­yenler ayakta duramamış, egemen güçler tara­fından silahlı ya da silahsız olarak darbe veya muhtıralarla alaşağı edilmiş, yerine daha gü­dümlü hükümetler getirilerek, demokrasi (!) kurtarılmıştır.

Hal­kın sandıktan çıkan iradesi, çeşitli vesile ve şe­killerle satılmış veya devredilmiştir. Yani hal­kın tercihi, yine hükümet ve iktidar olamamıştır. Çünkü halkın tercihi bazı kartelciler, büyük sermaye patronları, sendika ağaları­ ve devlet sırtından geçinen başka güçler­den yana değildir ve hiçbir zaman da olma­mıştır. Bu nedenle de halk, hükümet ve ikti­dar olamamaktadır.

Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit 1966 yılında yayınladığı “Ortanın Solu” adlı kitabının ikinci baskısında laikliği kurtarmak adına şu düşünceyi ortaya atmaktadır: “Laiklikte çözülme vardır. Devletimizin temel ilkelerinden biri olan din ve devlet ayrılığı ilkesini yıkmaya yönelmiş akımlar, demokrasinin tersine işlemiş çarklarından yararlanmaktadırlar. Laik eğitim kurumlarının eğitimi ile sayıları gitgide artan dinsel eğitim kurumlarının öğretimi arasındaki çelişkenlik toplum yaşantısında, ulusal kültürde, insan düşüncesinde tehlikeli ilişkiler doğurmaktadır.

Ecevit’in bu düşüncesi resmi ideolojinin düşüncesi ve bakış açısıdır. Kendilerine “aydın” sıfatını yakıştıran bir takım zevat demokrasiyi kendileri ve kendi düşünceleri için bir hak; kendileri gibi düşünmeyenler için de lüks olarak gömüşlerdir. Bu anlayış günümüze de sirayet etmiş ve halen varlığını devam ettirmektedir.

Bu anlayışla devletin egemen güçleri dini en büyük tehlike; dindarları en büyük düşman ve yok edilmesi gereken mahlûk olarak görüp ortalama her on yılda bir darbe yaparak demokrasiye “balans ayarı” vermişlerdir. Yaptıkları eylemlerin etkisinin de bin yıl süreceği kehanetinde bulunmuşlardır. Esasen bu darbeci zihniyette (İç tüzükleri dışında yazılı bir metin veya yasa olmamakla beraber) şöyle bir zihniyet hâkimdir: “Bu devleti ve Cumhuriyeti Atatürk kurmuştur. Atatürk bir askerdir. Öyleyse bu devletin gerçek sahibi askerdir ve yönetme hakkı de ona aittir. Bu hakkı siviller vasıtasıyla yerine getirir. Gerektiğinde de darbe yaparak iktidarı uhdesine alır ve istediğine devreder.

Konu ile ilgili olarak Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, “Ordu Ve Politika” adlı eserinde şu tespitlerde bulunmaktadır:

Ordu, Politika Yapar mı?

Yapar,

Ordu, zaten politik bir kuruldur. Harp edişi de politika­dır, sulbü, devam ettirişi de... Ve yalnız tanklarını, toplarını, uçaklarını konuşturduğu günlerde değil, bandoları ile mey­danları inletip geçit resimleri, paradlar yaptığı günlerde de politika yapmış sayılır.

Küçük, büyük manevraları bir başka politikadır, geçit resimleri bir başka politikadır, kışlalarına kapanıp: koğuşla­rından, tambura sesleri duyuruşu gene bir başka politika.

Atatürk devrinde ordu politika dışı kalmıştır derler. Öyle midir?

Bence böyle düşünenler sadece kendilerini aldatmış olurlar. Atatürk devrinde ordu bir an dahi politika dışı kal­mış değildir; devamlı surette politika yapmıştır. Devamlı su­rette susuşu ile Türk tarihinin Atatürk devrini başından so­nuna kadar tasvip etmiş, desteklemiştir. Muhalefet politi­kadır da muvafıklık politika değil midir?”

“Bir ihtilalı, çeşitli inkılâpları, bir siyasi şahsiyetin bütün fikirlerini tasvip etmek, politika yapmak değildir de nedir?”

Fakat ordu Gazi Müşir Mustafa Kemal’e de, pek öyle körü körüne bağlanmamıştır. İzmir suikastı vesile edilerek Kâzım Karabekir, Ali Fuad Cebesoy, Cafer Tayyar ve Refet Bele Paşalar gibi ordu tara­fından sevilen generaller İstiklâl Mahkemesi karşısına çıkarıldıkları zaman, çeşitli ordulardan, kolordulardan, tümenlerden gelmiş subaylar mahkeme salonu haline konmuş olan İzmir Elhamra Sinemasında dinleyici sıralarını, localarını, balkonları doldurmuşlardı. Bunların kararlı tavırları o İstiklâl Mahkemesinin, özellikle başkam Ali Çetinkaya’nın üzerinde ciddi bir baskı olmuştu. Ve o subaylar, generallerini ölümden kurtarmışlardı.”

Nitekim postmodern darbe olarak nitelendirilen ve etkisi bakımından 27 Mayıs dâhil bütün darbelerden daha etkili olan 28 Şubat darbesinden sonra dönemin 1’inci Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu28 Şubat bin yıl sürecektir.” demiştir.

Bu zihniyet C.H.P. de de genel başkan Deniz Baykal’ın şu sözleriyle ifadesini bulmuştur: Türkiye’de kim hükümet olursa olsun C.H.P. hep iktidar olmuştur. Olacaktır. Çünkü C.H.P. Atatürk’ün partisidir. Atatürk ilkeleri de ebediyen yaşayacaktır.”

Ama şunu unutmuşlardır veya inanmamışlardır ki; kendilerinin bir hesapları varsa hesapların üzerinde daha büyük hesaplar vardır. Hesap görücünün seri-ül hisab olduğunu hesaba katmamışlardır.