Hz. Ömer (r.a.), bir savaş sonrası ganimetleri taksim etmişti. Herkese bir parça kumaş düşmüştü. Fakat bu kumaş tek başına bir işe yaramıyordu. Oğlu Abdullah, babasına:

“Bu kumaş tek başına ne benim, ne de senin işine yaramıyor. Ben hakkımı sana vereyim de, kendine güzel bir elbise yaptır.” demişti.

Hz. Ömer de oğlunun hediyesini kabul ederek bir elbise yaptırmıştı.

Birkaç gün sonra, üzerinde bu elbise olduğu hâlde bir konuşma yapmak için minbere çıkmıştı.

“Ey müminler! Beni dinleyin ve bana uyun.” der demez, arka saflarda oturan fakir bir zat ayağa kalktı:

“Ey müminlerin emîri! Seni dinlemiyorum ve sana itaat da etmiyorum! Çünkü sen, Allah ve Resûl’ünün yolundan gitmiyorsun!” dedi.

Halife bu büyük iddia karşısında sarsıldı:

“Neden?” diye sordu.

O zat sebebini şöyle izah etti:

“Ganimet taksiminde, bizlerden hiçbirine elbise diktirecek kadar bir kumaş düşmediği hâlde, görüyorum ki, sen o kumaştan fazla almış, bir elbise yaptırmışsın!”

Hz. Ömer, hesabını  veremeyeceği bir iddiayla karşılaşmayı bekliyordu. Bunu duyunca rahatlamıştı. Cemaat arasında bulunan oğlu Abdullah’a (r.a.) işaret etti. Hz. Abdullah da kalkıp durumu izah etti. Payına düşen kumaşı babasına verdiğini söyledi.

Halk sevinçliydi. Gözler ikazda bulunan zata yönelmişti. O zat ayağa kalktı ve:

“Şimdi konuş, ey müminlerin emîri! Şimdi dinliyor ve sana itaat ediyorum.” dedi.

Bunun üzerine ellerini Rabb’ine açan adalet kutbu Halife Ömer şöyle dua etti:

“Ey Rabb’im! Sana sonsuz hamd ediyorum ki, beni, yapacağım hatalardan dolayı ikaz edecek bir ümmete halife etmişsin.”

***

Hz. Ömer isteseydi devlet başkanı olması hasebiyle kendisine ayrıcalık sağlayabilir miydi?

Elbette yapabilirdi.

“Buranın sorumlusu benim” diyerek başkan, komutan, emir vb. olması hasebiyle imkânlardan, makam ve ganimetlerden ayrıcalık sağlayabilirdi.

Hatta etrafındakilere ve akrabalarına da iltimaslı davranabilirdi.

Muhtemel itirazlar ve karşı koyuşlar da, güç onda olduğu için zamanla azalır ve geçerdi. Sonra da kabulleniş ve hatta tersine söylemlere dönerdi. (Günümüzde o kadar çok örneği var ki…)

Dolayısıyla bulunduğu makamın ağır sorumluluğunun gereğini yapmış olurdu.

Öyle ya madem en büyük risk ve sorumluluk ondaydı. O zaman ayrıcalığı da olmalıydı.

Tıpkı bundan yıllar önce bir kurumdaki çalışan yetkilinin dediği gibi:

Zatı muhteremin biri bir kurumda yetkili olmuş. Daha doğrusu savunduğu ve çalıştığı partisi iktidara bir şekilde gelince o da nasiplenmiş.

Bir sohbet esnasında “Merdi Kıpti şecaatin arz ederken sirkatin söylermiş” misali şu mealde cümleler kullandı; “Benim adıma çıkan lojmanda oğlum oturuyor. Çünkü bu benim hakkım, ha ben oturmuşum ha oğlum, fark etmez. Ben bu davaya hizmet ettim, dolayısıyla da hakkımı istediğim gibi kullanırım…”

Bir yanda Hz. Ömer ve adaleti, diğer yanda her fırsatta Hz. Ömer adaletinden ve yolunun ulviliğinden bahseden bizden bir yetkili. Bizden biri yani… Mesele o şahsın bizzat kendisi değil tabi. O da bir numune. Dün o, bugün ben, yarın içimizden biri, fark etmez.

Hz. Ömer bir timsal sadece. Bunun gibi örnek alınabilecek sayısız olay var tarihimizde.

Hakkaniyet, adalet ve dürüstlük işte böyle durumlarda ortaya çıkıyor.

Sen mecburiyetten adil ve dürüst olmuşsun bir anlamı yok.

Önemli olan üstünlük ve güç sende iken; adil, hak ve hukuka uygun, doğru ve dürüst davranmandır.

Bırakın devlet başkanı  olmayı, herhangi bir yere bir baş, bir müdür, bir yetkili olur olmaz, gücün bir kısmını dahi elimize geçirir geçirmez, hatta ve hatta kendisi değil de bir yakını bu pozisyona gelir gelmez; şekli, şemaili, hal ve hareketleri yüzseksen derece değişen o kadar çok içimizden insanlar var ki…

Bu haftaki çay ocağı sohbetimizdeki konulardan biri de bu idi. Konuşanlar aşağı yukarı aynı şeyden şikâyet ettiler. İş “nasıl çözülür?” sorusuna gelince susuyorduk.

Cevabı hepimizin bildiği şeydi aslında.

Hiçbir kınama, çemkirme ve tepkiye aldırmadan, hiçbir hesap ve beklenti içerisine girmeden münasip bir dille uyarı/ikaz/eleştiri mekanizmasının çalıştırılmasıydı çözüm.

Yanlışı, hatayı, haksızlık ve adaletsizliği kim yaparsa yapsın münasip ve anlaşılır bir dille uyarmak yani.

Uyarıyı dikkate almayan ve bunda ısrar edenlere de toplum olarak gereğini yapmak.

Bir de makam ve rütbesine, mal ve parasına göre değil, hakkaniyete göre davranmak. “Güç”lü birisi yapınca bülbül olup, güçsüz biri yapınca da şahin kesilmek değil yani.

Sizce mümkün mü, olabilme ihtimali var mı yani?...

Bunları gördükçe, insan gayri ihtiyari Hz. Ömer’i düşünüyor… 

Ve Ömer’i Ömer yapan değerleri…