Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in “Reis Bey” isimli tiyatro eserini okumak, vefatının 34’ncü yıl dönümünde geçen hafta nasip oldu.

Mecelle’de bulunan ve halen geçerliliğini koruyan; “Hâkim; hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metin olmalıdır.” hükmüne aykırı olarak, şüpheyi sanık aleyhine yorumlayan, idama mahkûm ettiği hükümlünün kararla, dolayısıyla “yaşam hakkı” ile ilgili bu dünyadaki en son sözlerini bile önemsemeyecek kadar kendi fikrine tapmış, merhamet duygusuyla “tanışmamış”, araştırıp bulacağı maddi gerçeğe göre değil de sözüm ona “yanılmam” dediği önyargısına göre karar veren bir Ağır Ceza Mahkemesi Reisinin hikâyesini anlatan trajedidir “Reis Bey

Altınlarını çalmak için annesini öldürdüğü iddiasıyla suçlu “bulunup” zamanın yasalarına göre ölüm cezası ile cezalandırılan ve sonuçta “devlet adına öldürülen” bir evladın, suçu gerçekte başkasının işlediğinin ortaya çıkmasından hemen sonra Reis Bey’in görevden istifa etmesi ile başlayan, haksız yere “öldürüldüğü” anlaşılan bir masumun artık dünyamıza geri getirilemeyeceğinin verdiği acı ve çektiği vicdan azabı ile yaşamında oluşan ruhsal çalkantı ve değişimleri anlatan bir “eser”dir “Reis Bey

İdam cezası demişken bir anekdotu paylaşmakta yarar var; facebook’taki 4 Mart 2017 tarihli gönderimde, “Mesleği CELLÂT olan biriyle KOMŞULUK yapmak ister misiniz?” sorumu cevaplayanların yarısına yakını istemediğini işaretlemişti. Öyle sanıyorum ki, takipçilerin bazısı da “Bu sevimsiz gönderi de nereden çıktı?” diyerek cevaplamaya tahammül bile edememişlerdir.    

İdam cezasının, suçtan caydırıcılık ve diğer suçluların ıslahı bakımından hiçbir faydasının olmadığını, aksine ne denli sosyal ve hukuksal zararları olduğunu yalın bir dille anlatan üstat Necip Fazıl’ın bu eserini okuyunca yine bir “üstat” olan “Suçluyu kazıyınız altından insan çıkar.” diyen hümanist Faruk Erem’in ilk kez 45 yıl önce okuduğum “Bir Ceza Avukatının Anıları” adlı kitabını hatırladım;

Avukat ve profesör sıfatlarını resmi görevleri dışında kullanmaktan kaçınan rahmetli Erem de bu eserinin bir bölümünde, cinayeti işlediği düşünülen iki sanıktan birinin suçlu, diğerinin masum olduğunu, dosya içeriğine göre suçlu olduğuna inandığı sanığın değil de “tecrübelidir”(!) diye kendisinden daha kıdemli hâkimin görüşüne uyarak diğer sanığın suçlu olduğu yönünde oy kullanması sonucu idam edilen hükümlünün sonradan gerçekte masum olduğunun, cinayeti diğerinin işlediğinin anlaşılması üzerine hâkimin, duyduğu vicdan azabı ile geçirdiği kalp krizi sonucu öldüğünü anlatıyordu.

Hukuk sosyolojisinin laboratuarı olan tarihe baktığımızda; 50-60 yıl önce “vatan haini” damgası vurularak idam edilen Adnan Menderes ve Deniz Gezmiş’lerin kabirlerinin hala ziyaret ediliyor olmasını ve ölüm yıl dönümlerinde anılmalarını dikkate aldığımızda o tarihte “sabit görülen” “suçlu”luluklarına rağmen kamuoyu vicdanında yapılan “yeniden yargılama” sonucu “keşke asılmasalardı” denildiğini, hatta aynı devletin organlarınca kâğıt üzerinde de olsa “itibarının iade edildiğini” görmekteyiz. Otuz yıllık savcı Mete Göktürk’ün yazdığı “Adaleti Gördünüz mü?” adlı kitabından da “adaletin halen arandığı!” anlaşılmaktadır. O halde hangi “nispi adaleti” “mutlak adalet” imiş gibi görüp idamı arzulayabiliriz? Hem de ileride telafisinin mümkün olmayacağını bilerek…        

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek 13 no.lu protokolle; savaş koşullarında dahi uygulamayacağımızı Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak 2002’den sonra taahhüt ettiğimiz ve yasalardan çıkardığımız idam cezasının, “her ne pahasına olursa olsun!” mevzuatımıza tekrar girdiğini bir an için düşünsek dahi işlenmiş suçlara uygulanamayacağını, ancak sonradan işlenecek suçlara uygulanabileceğini bilmemiz gerekir. Özellikle 15 Temmuz 2016’da yaşatılan menfur darbe teşebbüsü gibi olaylarda uygulanmak üzere idam cezasının gelmesini isteyenlerin büyük bir kısmının “O halde neye yarar?” dediğini duyar gibi oluyorum.

Ayrıca, minnet ve şükranla andığımız Necip Fazıl Kısakürek gibi üstatların ruhunun eziyet çekeceğine de inanıyorum.

Mustafa Işıldak