Derler ki:

Yalnız yaşayan bir kadın, Gazneli Mahmut`a şikâyete gelir:

“Bir genç her akşam kapıma gelip beni taciz ediyor.” Gazneli, adamlarına emreder:

“Yarın gece müştekinin kapısında pusuya yatacağız. Mütecaviz gelirse kafasına bir çuval geçirip orada hançerleyeceğiz.”

Emir, eksiksiz yerine getirilir. Maktulün yüzü açılınca Gazneli el açıp Allah’a şükreder.

Adamlardan biri sorar Gazneli`ye:

“Hünkârım, adalet yerine geldi ama gencin yüzünü neden kapattığımızı merak ediyorum.”

“O yaşlarda bir oğlum var. Delikanlı, oğlum da olabilirdi. Yüzü açık olsa da oğlum olduğunu görseydim belki de babalık duygularım galip gelir adaletin tecellisini engelleyebilirdim. Şimdi adaletin tecellisine ve de oğlumun böyle pis işlere karışmadığına şükrediyorum…”

***

Adalet duygusunun yıprandığı, yıpratıldığı hatta kaybolmaya yüz tuttuğu toplumlarda geleceğe dair umutlu konuşmak elbette mümkün değildir. Huzur ve güven ortamı zedelendiği gibi ehliyet ve liyakatin de yerini başka şeyler almaya başlar.

Kuşkusuz adalet dendiği zaman çoğumuzun aklına adliye koridorları ve mahkemeler gelmektedir.

Oysa adalet kavramı öyle şamil ve kapsayıcı bir özelliğe sahiptir ki, sadece adliye koridorlarında değil hayatımızın her kademesinde evlerimizden kurumlarımıza kadar kendisini hissettirir.

Özellikle de icra yetkisine sahip herkesin özen göstermesi gereken öncelikle bir insani görevdir.

“Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın” diyen bir dinin mensupları olarak hayatımızın her anına uygulamamız gereken adalet olgusunu, çıkarlar doğrultusunda yönlendirip menfaatlere göre şekil verenler varsa eğer, başta kendileri olmak üzere kurumlarına ve topluma çok büyük tahribatlar verdiklerini bilmeleri gerekir.

Dahası temsil ettikleri inancın, misyonun veya makamın maşeri vicdanda alacağı yara ve sarsılmanın vebalinin altında kalacaklarını, bunun karşılığını bu dünyada değilse bile hesap gününde mutlaka alacaklarını idrak etmeleri lazım gelir.

Hele bunu “Allah rızası”, “dava” veya “hizmet” gibi gerekçelere dayandırarak yapıyorlarsa, yapabilecekleri en büyük ihaneti yapıyorlar demektir.

Aslında adalet, toplumsal bir değer gibi gözükse de bizzat kişinin kendi hayatını yönlendirmesinde temel bir değerdir. Zira hepimizin hayatı seçimlerden oluşur. Yaptığımız her iş, verdiğimiz her tepki, sergilediğimiz her tutum ve aldığımız her karar gerçekte diğer tüm seçenekler arasından bize uygun olanı seçtiğimizdir.

İşte bunları yaparken her seferinde kendimize sormamız gerekir; Ne kadar adaletliyiz?

İnsanları değerlendirirken ölçütümüz onların liyakatli, dürüst ve ahlaklı olmaları mı? Yoksa bize nasıl davrandıkları, sahip oldukları güç, itibar, makam, zenginlik veya fiziksel görünümleri mi?

Bu ve benzeri sorulara vereceğimiz her cevap bizim hakkaniyet bağlamında konumumuzu ortaya koyacaktır.

Gazneli Mahmut örneğinde görüldüğü gibi, bir yakınımız söz konusunda olacağında/olduğunda hakkaniyete uyamama endişesi ile tedbir mi alıyoruz, yoksa zaafımızın kurbanı olup adalet duygusundan ödün mü veriyoruz?

Bir yandan bu sorulara cevaplar ararken, bir yandan da içinde bulunduğumuz toplumdaki yerimize ve değerimize bakalım. Ama sahte yüzlere değil samimi yüreklere bakalım.

Çünkü doğruya yakın cevapları orada da bulabiliriz.