Türk Milliyetçiliği

20. Yüzyılın en önemli düşünürlerinden Nureddin Topçu, milliyetçiliği tarih, toprak ve inanç ekseninde değerlendirmiş, Selçuklu ve Osmanlı dönemini de içine alan bir fikir ve şuur zeminine işaret etmiştir. Tabii ve organik diyebileceğimiz bu milliyetçiliğe karşılık Batı’dan öğrenilmiş milliyetçilik, Oryantalizmin bir kolu olan Türkoloji ile uğraşanların ortaya attığı bilgi ve düşünceye dayanmak zorunda kalan sentetik bir milliyetçilik anlayışı hâkim olmuştur.[1] Bu günkü Türk milliyetçiliği bu sentetik milliyetçiliğin bir tezahürüdür.

19.yüzyılın sonlarında yürütülen Türkoloji çalışmalarında Türklerin İslamöncesi tarihine yer verilmiş, Türk kimliğinin belirlenmesinde İslam sonrası dönem, bu çalışmaların dışında tutulmuştur. Tarih boyunca Orta Asya’da oynanan rollerinden bahsedilirken İslam tarihindeki durumlarına hiç değinilmemiştir. Böylece Türklerin kimliği, emperyalist ülkelerin geliştirdiği yeni sömürgeci siyasete uyumu için yeniden yorumlanarak sentetik milliyetçilere sunulmuştur.

Diğer Batı ülkelerine nazaran Türk milliyetçiliği çok geç başlamıştır denebilir. Esasen Türk Milliyetçiliği Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan diğer milliyetçiliklerin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. [2] Bu kadar geç başlamakla beraber kısa sürede yaygınlaşmasının ve bir inanç sistemi, hatta bazen dinin bir gereği gibi algılanmasının nedenleri üzerinde durmak gerekir.

1839 da yayınlanan Tanzimat Fermanıyla beraber, modernleşme, Avrupalılaşma ve merkezileşme adı altında gelişen düşünceye paralel olarak ve hatta onun ürünü olarak milliyetçilik fikirleri de giderek yaygın hale gelmiştir. Bu dönemlerde iktidarda bulundukları süre içinde genellikle Jön Türklerden oluşan İttihat ve Terakkiciler Türk ırkından olmayan Osmanlılara bağlı unsurlar arasında hem eğitim dilini hem yazışmaları ve hem de mahkeme-hukuk dilini Osmanlı Türkçesi olarak anayasal bir mecburiyet haline getirmişlerdi. Ermeni, Rum, Boşnak, Arnavut, Bulgar vb. unsurlar her türlü resmi işlerinde kendi dillerini değil Osmanlı Türkçesini kullanmak zorunda bırakılmıştı. Böyle olunca bugünkü tabirle azınlıklar dediğimiz pek de az olmayan bu unsurlar kendi mekteplerini kurarak çocuklarını bu mekteplere kaydettiler.

Meclis üyelerinin ve devlet hizmetinde çalışanların bu dili bilmeleri şart koşulmuştu.[3]

Bu uygulamalar Türk ırkından olmayan unsurlar arasında durdurulması mümkün olmayan milliyetçilik hareketlerini hızlı bir şekilde körüklemiştir.

Çarlık Rusya’sında yaşayan Tatar entelektüelleri, Türklük düşüncesini buralarda uygulama imkânı bulamayınca Osmanlı topraklarında kendilerine yer aramaya başlamışlardır. Osmanlı coğrafyasında her zaman gerçekçilikten uzak kalan Pan-Türkizm düşünceleri değişikliğe uğrayarak Türk milliyetçiliğine dönüşmüştür.[4]

Türk milliyetçiliğinin en önemli noktalarından biri de milyonlarca Müslümanın Rusya’dan ve Güneydoğu Avrupa’dan kaçarak veya zorunlu göçle Anadolu’ya sığınmalarıydı.[5]

1908 darbesiyle iktidara gelen Jön Türkler etnik milliyetçilik fikrinin mucitleridir. Osmanlı Devleti’nin İttihat ve Terakki yönetimi sayesinde birinci cihan harbinde mağlup olmasıyla Turancılık furyasına kapılmamış olan bazı subaylar (M. Kemal da bunlardan biriydi) ulusal Türkçülük fikriyatı ile sadece İmparatorluk sınırları içindeki Türk ırkından olan insanlarla olabilecek bir Türk Milliyetçiliği fikrini benimsemişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında ülkeyi yöneten, Enver, Talat ve Cemal Paşalar, 1915’te Ermenileri tehcir ettirmekle dünya genelinde itibarlarını kaybetmişlerdi. Becerisizlikleri ve basiretsizlikleri yüzünden imparatorluk parçalanmış, Arnavutluk, Bulgaristan ve diğer Osmanlı tebaasında İngilizlerin de destekleriyle milliyetçilik faaliyetleri sonucunda Osmanlıda da bu hareketler doğal bir şekilde kendini göstermişti.

Birinci Cihan Harbinden yenik çıkan İttihatçı Türkçü Milliyetçiler ve ulusalcı kesimince göklere sığdırılamayan 1919-1922 “Kurtuluş Savaşı” olarak adlandırılan dönem yeni bir sayfa açma yerine sadece planlanan süeci hızlandırmıştır.[6]

Artık ümmet anlamında “millet”, Türk anlamında “millet” olarak telaffuz edilmeye başlanmıştır.

1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasından sonra Osmanlı topraklarında yaşayan içlerinde Hıristiyan Türklerin de bulunduğu bir milyon iki yüz bin Hıristiyan, Rum olarak kabul edilmiş, Batı Trakya’da yaşayan 600 bin Müslüman da Türk olarak kabul edilerek mübadele (değiştirme) yoluyla göç ettirilmişlerdir. Bu durum milliyetçi bir barbarlık ve faciaydı. Yüzbinlerce insan evlerini barklarını, işlerini, arazilerini, cetlerinin kabirlerini, ibadethanelerini, dükkânlarını, hâsılı her şeylerini geride bırakıp taşıyabilecekleri birkaç parça eşya ile doğup büyüdükleri ata yurtlarından kovuluyordu. Her iki taraf da gittikleri yeni vatanlarına yabancı muhacir olarak yerleştiler.

Türkiye Gençlik STK'ları Platformu tarafından Türkiye'de 8 bin genç ile anket yapılmış, ankete katılanların %32'si "başka ırk, renk ve milletten insanlarla komşu olmayı" istemediklerini belirtmişlerdir. Aynı soru "Suriyeliler" için sorulduğunda istememe oranı %70'e çıkmıştır.[7]

(Devam edecek)

 

[1] D. Mehmet Doğan, Yüzyılın Soykırımı, İz yayıncılık, İstanbul 2004, S. 63.

[2] Stefan Plaggenborg, “Tarihe Emretmek, Kemalist Türkiye, Faşist İtalya, Sosyalist Rusya” Çeviri: Hulki Demirel, İletişim Yay. İstanbul 2014, S. 96

[3] a.g.e.

[4] a.g.e.

[5] Çarlık Rusya’sının 1783’te Kırım’ı işgal etmesiyle bir buçuk milyon Müslüman muhacir Osmanlı Devleti’ne sığınmıştı. 1855’te 255 bin Kırımlı daha geldi. Kafkasların işgaliyle yaklaşık 100 bin tatar ve 500 bin Çerkez Osmanlı İmparatorluğuna kaçmış, 93 harbi denilen 1877-78 Osmanlı-Rus harbi sırasında da 300 bine yakın sivil Müslüman öldürülmüş, bir milyondan fazlası da kaçmış veya tehcir edilmiştir. Birinci Balkan savaşında 400 bin, ikinci balkan savaşında ise bir milyondan fazla Müslüman Anadolu’ya göçmüştür.

[6] Stefan Plaggenborg, a.g.e. S.99.

[7] Genç Dergisi. Aralık 2018. s. 13.