Ariflerden bir zat anlatıyor. Bir gün bir akrep gördüm ve bu akrep olağandışı bir hareketlilik içinde olduğundan dikkatimi çekti ve bu akrebin hareketlerini takip etmeye başladım. Hızlı hareketlerle bir dere kenarına kadar geldi ve bir kurbağanın sırtına zıpladı. “Eyvah” dedim kendi kendime, kurbağayı sokup öldürecek. Ama öyle olmadı. Bir görevliymiş gibi kurbağa sırtına aldığı akrebi suyun öbür tarafına geçirdi ve suyun öbür tarafında kurbağanın sırtından zıplayıp çalıların arasından kayboldu ama benim merak ateşim oldukça yükselmişti. Bir süre sonra çalıların arasından çıktığında, bir ağacın altında abasına bürünmüş bir şekilde uyuyan bir çobana doğru daha hızlı ilerlediğini gördüm. Çobana zarar verecek endişesi ile ben de adımlarımı hızlandırdım ama çobana yaklaştığımda dizinin altından simsiyah bir yılanın kafasını çıkardığını görünce oldukça ürktüm. Akrep, aynı hızla tabloya dahil oldu ve yılan ile akrep arasında ölesiye bir mücadele başladı. Kısa bir süre sonra bu savaşın bir kazananı olmamış, akrep de yılan da oracıkta ölmüştü ama çoban hala uyuyordu.

Nerden okuduğumu tam olarak anımsayamadığım ama ilk okuduğumda tüylerimi diken diken eden, kainatın muhteşem düzenine dair müthiş bir sahneyi canlandıran bu yaşanmışlığın, yaşadığımız evrende her salise farklı tablolarla cereyan ettiği ama bizim gözün gösterdiğinden ötesini göremediğimizin acziyeti içinde sürdürmüş olduğumuz yurt turnemizin Siirt ayağında misafirperverliği, Anadolu insanının sıcaklığı, sahip olduğu anaçlığı ile hala bakirliğini korumayı başarabilmiş Kurtalan İlçemizden tüm dost, okuyucu ve takipçilerimize selam olsun.

Eğitim ve öğretime dair tespitlerimi ziyaret ettiğim her il ve ilçe ile birlikte daha çok içselleştirdiğim ve zaman zaman eleştiri dozunu arttırdığım yolculuğumuzda akrep yılan hadisesindeki rolümüzü bilmiyorum ama “şahit olduğu zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır” nebevi ikazının bilinci ve vebali altında gözümle gördüğüm, kulağımla duyduğum, vicdanımla şahit olduğum haksızlıkları ısrarla işlemeye ve mümkün mertebe en geniş kitleye ulaştırıp,  “aslında öyle olmadığını” haykırmaya çalışıyorum.

Evet, duyduğumuz ya da bize bilinçli servis edilen her olayda toplum olarak duygusu bizi tatmin etmesi nedeniyle bilgisine çok da önem vermediğimiz için yaşanan her olayda; duyduğumuz her vakada az buçuk duyup çok buçuk hükümler veriyor, birkaç satır okuyup ciltler dolusu konuşuyor, yüzde bire ulaşmadan yüzde yüzü infaz ediyoruz. Zira yarım bakışlardan sağlam görüşler çıkmayacağını, eksik bilgilerden doğrulara ulaşamayacağımızı, zanlarla hakikate ulaşma fırsatının kaybolacağını, tanımlamaların gözlemler çoğaldıkça sağlıklı hale geleceğini, aksi halde yarım doktorun candan etmesi misali eksik gözlemlerin bakışı da köreltip insanı dipsiz bir kuyu olan zanna düşüreceğini atlıyoruz. Bu yüzden de manayı ve hikmeti aramak yerine imajlarla yetinen, hipnotik sözlerle duygulanıp sloganik cümlelerle düşünen bir toplum haline geldik.

“Anlama ve kavrama yeteneğimiz” okullarda, medyada, dernek, sendika ve muhtelif oluşumlarda yok edildiği ve beyinlerimiz sabit düşüncelere programladığı için hangi kitabı okutursanız okutun, ne anlatırsanız anlatın; her bireyimiz okuduğundan, duyduğundan, karşılaştığı farklı düşüncelerden hazımsızlık yaşıyor ve aykırı her fikri, düşünceyi yok etmeye çalışarak kendi sabitelerini ısrarla savunuyor. “Ben hep haklıyım ve hakkaniyet benim bilgimde, doğrularımda, düşüncelerimde” diyen birileri ile de Hakk’ı düştüğü yerden kaldırmak imkânsız hale geliyor böylelikle.

Bu ve benzeri tabloları gördükçe de hırs ve haset olmasaydı pek çoğumuz yalan söyleme ihtiyacı hissetmezdik diyor yüreğim. Zira görünenle meşgulüz hep; görünmeyenin, içe ait olanın, kalbin uzağındayız. Bu yüzden de günahı bedenin yaptıklarından ibaret zannediyoruz, kalbin hastalıklarından haberimiz yok. Hâlbuki o et parçası, o kalp bir kurtulsa hastalıklarından, bedenimizin günaha tahammülü kalmayacak, istesek de günah işleyemeyeceğiz. Ağacın köküne kendi ellerimizle kurtları boca edip “neden meyveye durmuyorlar” diye dallara sövmekten farksız bizimkisi.

Yer Siirt İli Kurtalan İlçesi Anadolu Lisesi.

Okul müdürüne ait ses kaydı sosyal medyaya servis edilmiş birileri tarafından.

Gaye ne? Onlara göre “hak savunuculuğu, bana göre ise fitne çıkarmak

Zira; o birilerinin o okulun nerde olduğunu bile bilmediğini, bırakın okulu gelip görmeyi hakkında atıp tuttuğu okul müdürünü bir kez dahi görmediğini, yaşandığı iddia edilen olayın sebebiyetini duygusuna hitap ettiği ettiği için  zerrece umursamadığını yazılan çizilenlerden ziyadesiyle anlamak mümkün. Hakim olan zihniyet andığım gibi “taraftarlık” olduğu için de aynı algıyla söz konusu okul müdürü hakkında başlatılan “linç” çabası meyvesini vermiş. Henüz tanışma fırsatını bulamadığım okul müdürü açığa alınmış durumda. İşin en üzücü tarafı ise kurumda çalışan adanmış personelin iffetlerine kadar uzatılan kopasıca diller, yok olasıca zihniyet.

Servis edilen 30 küsur dakikalık ses kaydını benim de şu koşturma içinde dahi olsa dinleme şansım oldu. Adı geçen okul; yurt turnesi kapsamında programımızda olduğu için okul, öğrenciler ve personelin yanısıra 3 yıllık zaman zarfında şu ana kadar 21 İl, 191 ilçe ve 1807 kurum içinde gezmiş olduğum okullar içinde düzenine, tertibine, işleyişine ve gençlere aşılanan kitap aşkına yakinen şahit olduğum okul kütüphanesini de ziyaret etme şansına sahip oldum ve o an kulaklarımda çağlar ötesinden zamanın kalbine nebevi bir haykırış yankılandı;

“Fitne uykudadır, uyandırana Allah lanet etsin”

Ailede verilmesi gereken “eğitim” olgusunda okulların üstlenmesi gereken rolü öteleyen ve okulları salt öğretimin yapıldığı, ders kitaplarındaki bilgilerin çocukların kafasına boca edilip sınavlara tabi tutulduğu bir mekanizma olarak gören bu zihniyet sayesinde “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” realitesi yıllar önce erimeye başladığı için dilimizden düşürmediğimiz Celalettin-i Rumi’leri, Yunus Emre’leri, Mimar Sinan’ları yetiştiremiyoruz artık.

“Öğrencinin saçını kesen kurum müdürü beni karşısında bulur” diyen Milli Eğitim Bakanı, kurum müdürlerinin omzuna yüklediği tonla sorumluluğa karşılık yetkilerini elinden tümüyle alıp merkeziyetçi bir zihniyeti zirveye çıkaran mevcut sistem, “öğrenci her zaman haklıdır” diye yaptığı her şikayeti, aldığı her başvuruyu öğretmenine karşı silah olarak kullanan sözüm ona denetim sistemi, çocuğa bağırdı diye “psikolojisi bozuldu” algısıyla sınıfa kadar çıkıp öğretmeni tartaklayan veli bu tabloda her birinizin ayrı payı var ama hazinemiz olan bu gençlerin topluma ve insanlığa yararlı birer fert olabilmelerinin önünde birer engel olduğunuzu göremiyorsunuz bile.

Kurumunun ayağa kalkması için personeliyle adeta canını dişine takmış adanmış bir kurum müdürünün “evladım, kızım” diyerek “mürebbi” sıfatıyla kurumunun tertibi, düzeni için vermiş olduğu çabayı hırs oklarınıza hedef yapacağınıza alın başınızı ellerinizin arasına bir düşünün;

“Neden tefekkürümüze yön verecek, sanatıyla çığır açacak, şiiriyle kalbimizi sorgulatacak, eseriyle yarınlara mühür vuracak insanlar artık yetişmiyor?”

“Şiirin, tefekkürün, aksiyonun, çilenin hudutlarını zorlayan divanelerimiz neden yok artık?

Bugüne söz söyleyecek, sözünün yankısı Doğu’da ve Batı’da çınlayacak birisi niye yok, neden gelmiyor, niçin yetişmiyor bir şair, bir münevver, bir sanatçı, bir yazar, bir dava adamı, bir biz?

Mazlum, masum, mahzun, yetmiş iki bin evliya dölü olan mukaddes Anadolu Coğrafyasını yeniden dünyaya “güven adası” yapabilme gayretine soyunmuş; almaya değil, vermeye gelen; konfora değil çileye talip olan; yokluğu katık eden; aşağılanan bir duruşun, horlanan bir inancın bayrağını dalgalandıran; fikirlerini muteber, şiirlerini güzel, çağrısını endamlı bulduğumuz zatlar yetişmez mi dersiniz 32 milyon gencimiz içinde.

Yoksa bu işi kulağında küpe, üzerinde yırtık pantolonu ile gençlerinize dininizin kültürünü ahlakın bilgisini anlatan 28 Şubat mahsulü din kültürü ahlak bilgisi öğretmenlerinizle mi yapmayı düşünüyorsunuz?

Yaşadığınız toprak mı müsait değil, ikliminiz mi? Eğitim Öğretime harcanan paranın farkında mı değilsiniz; bina, fizik, donanım olarak yaşadığınız altın çağın mı körüsünüz ki “avuçlarımızda neden bir altın nesil yok” diye hayıflanmak yerine o altın neslin tohumlarını atmak uğruna kendini adayanları dar ağacına çıkarıyor; heva, istek ve hırslarınızın hedefi haline getiriyorsunuz?

Farkında mısınız başörtülü hakimimiz, polisimiz, öğretmenimiz var artık ama sokaklarımızda “tesettürün” onurunu koruyacak kızımız kalmadı artık uğruna göğüslerimizi siper edeceğimiz.

Heyhat diyor daralan sol yanım;

İnsanın kendine ettiğini yedi cihan bir araya gelse edemez. Dostu kendinden büyük olacak insan dediğinin; kendinden büyük düşmanı yok zaten.

Ve yaşadıkça,gördükçe öğreniyor insan; sorduğum soruları yabancıya sormanın ukalalık, kendine sormamanın ahmaklık olduğunu ve korkarım biraz daha yaşlandıkça anlayacak; sormak ve cevaplamaktan ziyade asıl gerektiği gibi olamamanın, olmaya çalışanların önünde engel olmanın boşa geçmiş bir ömür manasına geleceğini. Zira sorduğum soruların hepsinin cevabında başta kendi nefsim hepimizin katkısı var.

Siyasetçimizin düşünmediği, münevverimizin kafa yorup çıkış yolunu göstermediği, sanatçımızın fark edip dert edip tefekkür edip yapamadığını ben söyleyeyim efendiler;

Hâkimin adaletli davranmasını, belediye başkanının rüşvet yememesini, bürokratın torpil yapmamasını, avukatın üçkâğıda kaçmamasını, müteahhidin tasavvurumuza bigâne olmamasını, imamın takva sahibi, doktorun insaflı olmasını, öğretmenin işini ibadet şuuruyla yapmasını, çocuklarımızın milli ve manevi değerlerle donanmasını ve daha olmasını yahut olmamasını istediğimiz pek çok meselenin hallinin siyaset müessesi eliyle gerçekleşeceğini zannediyorsak yanılıyoruz. Bütün bu işleri yanlış ve eksik yapan kişilerin bizim içimizden çıktığının farkına vararak kendi halimizi düzeltme yoluna gidersek bir gün bu işleri yapanlar doğru dürüst insanlar olur ve onların marifetiyle siyaset müessesi kendi asli işini kâmilen yapmaya, devlet mekanizması iktidar kim olursa olsun işlemeye ve gemi fırtına nereden gelirse gelsin rotasınca ilerlemeye devam eder. Bu işin merkezi de taraftarlıkla zehirlenmiş algılarınız, menfaatle kirlenmiş akıllarınız değil okullardır.

İşte bu yüzden de iki buçuk asır öncesine kadar neyi nasıl yapıp ettiğimizi bilip iki buçuk asırdır neyin nasıl içine ettiğimizi anlayacak bir nesil gelecek ve işte ihya dediğimiz ulvî vazife İnşaAllah onların işi olacak! Tüm zerrelerimle iman ediyorum ki başta Kurtalan Anadolu Lisesi olmak üzere bu mümbit ilçemizden başlayarak o günlerin tohumları yoz zihniyetinize, kirli algınıza, tutsak aklınıza rağmen atılacak ve yarınlarımız aydınlık olacak.

İlçenin eğitim öğretim kalitesini yükseltmek için değil sadece elini yüreğini de taşın altına sokan başta İlçe Kaymakamı Sn İhsan Emre AYDIN olmak üzere, İlçe Milli Eğitim Müdürü Faysal POLAT ve şahıslarında orda emek veren adanmış tüm idarecilerimiz ve öğretmenlerimizin yüreklerinden öpüyor; ortaya konulan insan üstü çabanın başta bölgenin, akabinde ülkenin yarınlarına ışık olacağına dair taşıdığım derin inançla her birini gönülden kutluyorum.

Müebbet Muhabbetle…