Üstün Dökmen’in “Küçük Şeyler” dörtlemesinden ilkini 2005 yılında almışım. O zamanki adetlerimden biri olan tarihin dışında bana ait olduğunu vurgulamak adına adımı soyadımı yazmışım. O zamanki soyadım ikinci eşimin soyadı olduğuna göre evliymişim. İşte bu ayrıntı bu kitabın elden çıkma zamanı geldiğinin göstergesi benim için. Sevgiyle uğurlamaya karar verdim onu. Bakarsınız bir yere bırakmamışsam henüz, yazımı okuyan ve talip olan birine de verebilirim. Neden olmasın!

Tabii birkaç kez okuduğum için bazı bölümler benim için zaman değiştikçe daha çarpıcı hale geliyor. Bakıyorum ki zaten yola çoktan girmişim de illa istediğim hızda ilerlemiyorum diye kendimi dövüp duruyorum. İnşallah kolaylıkla ve sevgiyle yolun tadını çıkarmam nasip olsun bundan sonra.

Girişteki öyküyü paylaşmak istiyorum öncelikli olarak sizinle. Öykü şöyle:

Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş. Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok “ Evladım az ve öz konuşun “demişler ki, sonunda adları Az ve Öz kalmış.

Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama iyi kötü ucundan kenarından okurmuş. Eski Yunan’ dan, Eski Roma’ dan, Eski Türk’ ten kitaplar okurmuş. Öz Aisopos’ u bile tanırmış. ( Yüz yüze görüşmemişler ama kalpten tanışmış, o kısa, kambur, kekeme ama tatlı dilli Aisopos ustayla.)

Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmış, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az’ ın ve Öz’ ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş.

Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ve Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar.

Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az’ a “ Ben uyurken ne oldu?” diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını söylemiş. Öz “ Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?” demiş. Az,” Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu” demiş. Öz heyecanla” Nasıl bir kuştu?”demiş. Az”Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü” demiş. Öz “ Gagası nasıldı?” diye devam etmiş. Az,” Ne bileyim dikkat etmedim” demiş.

Öz bu duruma çok üzülmüş.” Hay ben sana ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik” demiş. Az” Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?” demiş.

Öz” Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır” demiş ve devam etmiş:

“ Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma’ nın(Alma yola çıktıkları kasaba imiş)kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki solucanları, küçük kabukları toplar çünkü. Eğer kuşun gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri yiyordur; söğüt Bülbülü’ dür örneğin. Bu durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir. Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma’ nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir.”

Az duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz’e “ Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?”Öz, “ Şimdiye kadar böylesine zor bir durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır. Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar ortaya çıkar. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür” demiş.

Evet, sonradan da öyküden kıssadan hisse diyerek kendi çıkarımını yazmış. Onu da bir zahmet merak ettiyseniz kitaptan okursunuz. Ben kendi çıkarımımla ilgileneceğim. İsterseniz siz de burada durup kendinizinkiyle ilgilenebilirsiniz. Hatta yorumlara ekleyebilirsiniz. Tam sosyal medya yazısı oldu bak şimdi.

Benim yolculuğum da kendime yolculuk olduğuna göre en küçük ayrıntı bile bir gün işime yarayabilir. Öyleyse şu andan başlayalım işe. Küçümsemeyeyim şu anki farkındalığımı. Laf sokmak, alay etmek bende olmadığını zannettiğim ve hatta bazen olmasını arzuladığım özelliklerdi. Şimdi farkındayım var fakat kabullenmekte güçlük çekiyorum. Şu ana dönersek, “Tam sosyal medya yazısı oldu bak şimdi.” derken ince alayı görmemezlikten gelemem. Eskilerin deyimi ile ‘istihza’ ve hatta bir sanat çok da sık başvurulan.

Sanatsal kısmıyla ilgili görüşleri bırakır ve kendi içime dönüp hissettirdiklerine odaklanırsam şunlar geliyor klavyeme; ”Sosyal medyayı küçümsüyorsun Özlen ama onsuz da yapamıyorsun. Yazılarının kaç kişi tarafından okunduğunu takip etmekten tut da okunma sayısının artması için neler yapılabilir gibi bir sürü şeye kafa yoruyorsun. O da yetmiyor kendine yönelik alaycı bir dil kullanıp aşağılıyorsun kendini. Çünkü eder olarak para ile özdeşleştirdiğin için değerini ve bunu itiraf etmekten utandığın için de kabullenemiyorsun kendini. O yüzden bir yandan kendini ve bildiklerini aktarırken bir yandan da para kazananlara düşmansın. Her fırsat bulduğunda- tabii karşı taraf buna izin verirse- saldırıyorsun, küçümsüyorsun. Bu döngüden çıkmak için yardım isterken bir yandan da kibrin rahat vermiyor. Zor be kızım senin işin de.”

Gerçekten ‘ özgünlük’ ‘kendin olmak’ kavramlarına çok kafa yoruyorum. Fakat ‘ Amerika’yı tekrar keşfetmeye gerek yok’ sözüne de yüklediğim anlamdan yola çıkarak fazla da bu kavramlara anlam yüklemekten çekiniyorum. ‘Sahip olmak’ ile ‘sahip çıkmak’ arasındaki farkı sezmekte güçlük çektiğim gibi ’dobra olmak’ ile ‘kaba olmak’ arasındaki o farkı da sezemiyorum. Dolayısıyla ya ‘ben’ diye ortalarda dolaşıyorum ya da ‘ben’ diye bir şey yok deyip sürünüyorum ortalarda aciz aciz. Çok kızgınım kendime yine bu sıralar.

Hele para ve paha çalışmaları esnasında ortaya çıkan farkındalıklarım iyice telaşlandırdı beni. Paradan resmen tiksiniyorum. Onun varlığından utanç duyuyorum. Çünkü onu hak etmediğime dair bilgi var ‘değer’ kavramına yüklediğim bir sürü. Öylesine kör düğüm olmuş ki çöz çözebilirsen. Dedim ya yoldayız. Böyle küçük fark edişlerle inşallah kendimi değerli hissetmek adına bu kadar koşuşturduğum dışsal onay yavaş yavaş içsel onaya dönüşecek. Ha ondan sonra belki dışsal onayları da içime sindirip kucaklayabileceğim bütünü. İnşallah!

Az ve Öz konuşmaktan bak nerelere geldik değil mi! Böyle bazen işimize yarayan bazen de yaramayan o kadar inanç var ki... Atasözüne ya da özlü söze dönüşmüş biz de alıp sahiplenmişiz iliklerimize kadar. Hâlbuki zamana ve yere göre değişkenliğini göz önünde bulundurarak sorgulamamız gerekiyor bence. Örneğin meşhur, bir dönem dilimden hiç düşmeyen, bugün sorguladığım yerleşik inançlarımdan birini özetleyen ‘ taşı delen suyun gücü değil damlaların sürekliliğidir’ sözüdür. Abicim ne delmesi ya! Bırak Allah aşkına! Sen asker misin ki bu kadar katı disiplin uyguluyorsun kendine. Şimdi de gevşemek için yol ve yöntem arıyorsun, paralar gittikçe de kızgınlık yaşıyorsun kendine ve çevrene. Çünkü yine yardım istemek ve bunun bedelini ödemek sana zül geliyor. Çünkü ’tırnağın varsa kafanı kaşı’ inancının ezberini bozuyorsun. Daha neler neler var bugün eline ayağına dolanan, kendi kendine büyü yaptığın, akışına set çeken onca inanç içinde. Ayıkla pirincin taşını! Kolaylıkla ve sevgiyle inşallah! Âmin!