M.Ö. 5. yüzyıldı. Aylardan Nisan..
Bahar, Akdeniz ile Ege'nin buluştuğu topraklara ‘merhaba’ demişti. Damıtılmış rüzgarlar binlerce otun ve çiçeğin aromalarından oluşan mis gibi bir koku yayıyordu.
Knidoslular, bugün Deveboynu dediğimiz Kap Krio'da taze baharı kutluyordu. Şarkılar söyleniyor, şiirler okunuyor, şaraplar içiliyordu.
Bir anda bir çığlık duyuldu. Bir haykırış. Knidos kralının kızıydı bu. Yörenin en zehirli yılanı sokmuştu.
1,5 metre boyunda, kurşuni renkli engerek. Genç kız acı içinde yere yığıldı. Güzeller güzeli bir kızdı. Kralın en küçük kızı. İki ablası yakın ülkelerin prensleriyle evlenip yuvadan ayrılmıştı. Sarayın tek çocuğuydu. O yüzden kralın canıydı.
Yüzü morarmış, ateşi yükselmiş, narin bedeni titriyordu. Kan ter içindeydi. Hemen hekimlere gösterildi. Hekimler sonucu krala tek cümleyle özetlediler: ‘Maalesef.’ Knidos prensesi ölecekti.
Genç kız öleceğine anlayınca babasına yalvarmaya başladı: ‘Baba ne olur bir şeyler yap.
Yaşamak istiyorum baba. Kurtar beni.’
O yalvardıkça, kral kahroluyordu. Biricik kızı ölürken, onun elinden bir şey gelmiyordu. Oysa ne kadar da iyilik yapmıştı. Halkıyla ilgilenmiş, yoksullara yardım etmiş, hükmettiği topraklarda adaleti sağlamıştı.
Tanrılar neden onu cezalandırıyordu?
İsyan etti:
… Ey tanrılar; neden ben, neden kızım? Ne kötülük yaptık, hangi sözünüzü ezdik. Sizler bugünler için varsınız. Yoksa.. Yok musunuz?
Tanrılardan ses yoktu...
Knidos prensesi ateşler içinde geçirdi geceyi. Yüzü gözü şişmişti.
Kral da çaresizliğin acılarıyla sabahladı. Aynaya baktığında saçları bembeyazdı.
Hekimler genç kızın akşama kadar can vereceğini söylüyordu. Kral kızının başında, Knidoslular da tapınaklarda dualar ediyordu.
O anda bir haber getirdiler. ‘Kralım dışarıda bir balıkçı var, kızınızı kurtarabileceğini söylüyor.’ Kral, ‘Hemen alın içeri, hemen’ dedi. Aldılar.
Simi'den gelen bir balıkçıydı. Kralın yaşlarında, uzun boylu, iri omuzlu, yanık tenli, yeşil gözlü.
Hemen, boynundaki meşin keseden tahta bir kutu çıkardı, içindeki merhemi genç kızın tüm bedenine sürdü.
'Üzülmeyin kralım’ dedi, ‘Kızınız ölmeyecek. Şişlikleri yarın inecek; ertesi gün de ayağa kalkacak.’
Simili balıkçı, bu merhemi kendisi gibi balıkçı olan dedesinden öğrenmişti. Yörenin endemik otlarıyla yosun karışımı bir merhemdi. Çok zehirli balıkların soktuğu insanlarda kullanmışlar ve onları kurtarmışlardı.
Bir keresinde Simi koylarında denize giren bir soyluyu, kuyruğunda iğne gibi bir kemik olan çok zehirli bir balık sokmuştu. O balık bu denizlerin en zehirlisiydi. Bu merhem onu bile kurtarmıştı.
Ertesi gün balıkçının dediği oldu. Genç kızın şişlikleri indi, ateşi düştü.
Artık o narin bedeni titremiyordu. Bir sonraki gün ise tamamen iyileşti, ayağa kalktı. Kızıyla birlikte Knidos kralı da hayata dönmüştü.
Hemen talimat verdi;
… Balıkçıyı bulun, ailesiyle birlikte saraya getirin. Artık burada kalacak.
Buldular..
Kral Simili balıkçıyı saray hekimleriyle tanıştırdı. Ve ikinci talimatı verdi;
… Bu topraklardaki dağları, taşları, ormanları tarayın. Tüm çiçekleri, otları, bitkileri araştırın. Denizlerdeki yosunları inceleyin. İlaçlar yapın, insanları kurtarın.
Krallığım bu konuda size her türlü desteği verecek...
… Derler ki, tarihin ilk bilimsel tıp adımı, işte o gün atıldı.
… Derler ki, tıbbın babası Hipokrat, işte bu adımlardan yola çıktı.
… Derler ki, tarihin ilk bilimsel farmakoloji merkezinin Anadolu'da kurulmasını nedeni, işte bu Simili balıkçı.
Ve hatta derler ki, yüzlerce yıl koca Karia İmparatorluğu'nun topraklarıydı, bu şifa dolu topraklar.. Karialılar şifalı otlardan yüzlerce ilaç yapıp, binlerce hasta iyileştirdi.
… İşte bu yüzden ‘Koca Karia İlacı’ sözü, yüz yıllardır Anadolu'da ‘Koca Karı İlacı’ diye kullanılmakta...