Toplumda hemen herkesin ağzına pelesenk olan kavramlardandır. Kamu yönetimi, bürokrasi, bürokratik oligarşi gibi kavramları ve uygulamadaki bazı sorunları birlikte değerlendirelim.
Kamu: Bir ülkedeki halkın tamamıdır. Kamu yönetimi: Halkın sevk ve idaresi anlamına gelmektedir. Politika belirleme ve uygulama görevi bulunmaktadır. Bürokrasi: Devlet görevlileri topluluğu denebilir. Bürokratik Oligarşi: İmtiyazlı bir örgüt. Seçkinciler grubu anlamına gelmektedir. Sabah Gazetesi yazarı Şeref Oğuz, “bugün git, yarın gel örgütü” olarak tanımlanmaktadır. Yeni Şafak yazarı Ahmet Ünlü, 25 Şubat 2019 tarihli yazısında “Dunning-Kruger Sendromu” ile açıklamaktadır.
Cumhurbaşkanımızın uzun yıllar ısrarla vurguladığı ve 23.12.2015 tarihinde www.tccb.gov.tr sitesinde yer alan demecinde, “Bürokratik Oligarşi Ülkelerin Felaketidir” şeklindeki değerlendirmeleri, sorunu muhteşem bir şekilde özetlemektedir.
Modern bürokraside; işler kişisel değil, devletin belirlediği kurallar çerçevesinde yapılır veya yapılmalıdır. Hiyerarşik bir yapı ve bu yapıda emir-komuta zinciri vardır. Zincirin halkalarındaki her otorite (amir) iş ve yasal sorumluluk alanıyla ilgili takdir yetkisi kullanabilir. Keyfilik yoktur, kamu yararı vardır. Çalışanlar bir akitle, mezuniyet alanı/ihtisası ve herkese açık adil bir yöntemle göreve alınır ve tanımlanmış görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Kademe ve kadroların görevleri açık bir şekilde tanımlanmıştır. Çalışmaların karşılığında belli bir ücret ve emeklilik dâhil sosyal güvenlik hakları verilir. Üst mevkiler/kariyer basamakları için liyakat esas alınır ya da alınmalıdır. Ödül ve ceza sistemi herkes için vardır.
Ülkeler, kamu olarak adlandırılan halkı yönetmek için politika ve uygulamaları, devlet kadrolarına aldığı görevliler eliyle yaparlar. Görev tanımlamaları belli olan, halkın refah ve mutluluğunu temel alan çalışmaları yapmakla sorumludurlar. İmtiyazlı görevlileri olamaz, olmamalıdır. Olması halinde, çalışanlar ve halk üzerinde zulüm başlar. İbni Haldun, bu zulmü devletlerin yıkılışına neden olan önemli etkenlerden biri olarak saymaktadır.
Kamu yönetiminde bürokratik oligarşi (seçkinciler) önlenmek isteniyorsa; görev, yetki ve sorumluluk çerçevesi belirlenerek, bu görevlere; liyakat, ehliyet, emanet ve adalet ilkeleri doğrultusunda atama ve görevlendirmeler yapılmalıdır. Aksi halde seçkinciler zümresi, etkin köşeleri tutup, hakları olarak gördükleri kaleleri kuracak ve terk etmemek için de her türlü entrikaları yapacaklardır. İskender Pala; “Bilirsin ki, hak etmeyen kişiye makam vermek, hazine değerinde inciyi bataklığa atmak sayılır” diye ifade etmektedir.
Gelişmiş ülkeler, herkes için eşitlikçi bir anlayış ile konulan kurallar başta olmak üzere, akla, bilime, ortak çalışma kültürüne ve kendi toplumları için de olsa insan haklarına saygı’ ya önem vererek ilerlemektedirler. Biz ise, hamaset ile arkalarından bakıyor, kimi zaman da sövgülerle haykırıyoruz! Daha iyi olmanın formülü; liyakat, ehliyet, emanet ve adalet ilkeleridir. Hak etmeden makam ve mevkii saltanatı sürdürenlerle bir yere varılmaz, varılamaz! Gazali; “Layık olmadan devletin makamlarına atananlar, astlarını ısırır, üstlerine kuyruk sallarlar” şeklinde açıklamaktadır.
Tecrübenin birikimi olan atasözlerimizden ders alabiliriz. Ne diyordu atalar, "bir elin nesi var, iki elin sesi var." Medeniyet, modernite veya akıl ile bağdaşmayan "yaptım oldu", "ne dersem o" "dediğim dedik, çaldığım düdük" gibi söz, davranış ve uygulamalar, hiçbir kurumu, işletmeyi, milleti veya devleti bir adım ileri götürmez, GÖTÜREMEZ! Hala anlayamıyoruz! Tüm bunlara rağmen Allah'tan, ümitlerini yitirmeyen çok sayıda fedakârlar da var. Sayelerinde ayakta duruyor ve yavaş da olsa ilerleyebiliyoruz!
Kimi yöneticiler; görev, yetki ve sorumluluk anlayışı yerine koşulsuz BİAT ile itaat edilmesini arzuluyor ve bu beklenti ile hareket ederek hakları gördükleri kaleleri inşa ediyorlar! İtaat etmeyenleri türlü yöntemlerle yok etmek için her türlü yola başvurabilirler! Hele ki sırtını daya-dığı/dıkları (dayısı) revaçta ve güçlü seçkinciler zümresinde ise, kendilerini yıkılmaz efendi görürler! Bu kifayetsizlerden dolayı ne feryatlar yükseliyor, bir bilseniz!...Git, şunun defterini dür ya da adamımızı kurtar gibi vip uygulayıcılarla da olmaz, olamaz!
Bazen birilerini maşa ya da taşeron olarak da kullandıkları olur. Hedef gösterilir. Her hareketi gözlenerek hata yapması beklenir. Kimi zaman bu beklemeye de tahammülleri olmadığı için hata yaptırılır! Birkaç tane bulunca da hazine bulmuşçasına sevinirler! Çünkü beklenen av tuzağa düşmüştür. EGO’nun (bencillik) inanılmaz tatmin duygusundan beslenen iştahıyla saldırırlar! Mağdur/ların gözyaşları ile mutluluk bina etmek, şeytanlaşmış ve taş kalpli insanlara mahsus bir özelliktir! Bunlar: Zulme taşeronluk eden, zalimden daha aşağılıktır! Hırsızı kollayıp koruyan, hırsızdan daha rezildir! Kifayetsize güç devşiren (hak etmeyene görev ve yetki veren), ondan daha büyük vebal altındadır! Haksızlığa sessiz duranlar, haksızlıkların ortaklarıdırlar! "Bana değmeyen yılan bin yaşasın!" diyenleri, besledikleri yılan mutlaka bir gün ısıracaktır! Isırmalı da!
Bu sözleri çoğaltmak mümkündür. Menfaatlerimiz, insanlara zulmetmeye sevk etmemelidir. Başkasının gözyaşları ile elde edilecek mutluluk; hayvanidir desem, hayvanlara hakaret emiş olacağımı düşünerek vazgeçiyorum ve isimlendirmeyi sizlere bırakmak istiyorum. Bu durumu, Mehmet Akif Ersoy “Bana Sor Sevgili Kârȋ” şiirindeki şu mısralarla ifade edelim;
“…Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım !”
Dikkatimizi yönetişim kültürü ile üretim ve kaliteye odaklayabilsek, daha az enerji ile daha kalıcı işler yapabiliriz. Bunun sonucunda; huzur ile birlikte refah artar ve insanın mutluluğu artar. Çabamız da bunun için olmalı değil miydi? Makam, mevkii, servet, sağlık gibi imkânların geçici olduğunu herkes söylüyor ancak, uygulamada iş değişiyor. Yani sözlerimiz ile yaşantımız uyuşmuyor. Merhum, Muhsin Yazıcıoğlu: “Hiçbirimizin garantisi yok. Şurda ayakta duranın da oturanın da garantisi yok. Ruh bir saniyeliktir. Bir saniyenize bile hâkim değilsiniz. Bir saniyesine bile hâkim olamadığınız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz.” diyerek veciz bir şekilde özetlemektedir.
Çalışma hayatında, seçkinci ya da kişilik bozukluğu olanlara taşeronluk yapanların sonlarını gören ya da duyan olmuştur. İdari veya hukuki hak aramada, yaptırılan iş ile ilgili sorun çıktığında; yapmasaydın, haberim yok gibi sözlerle taşeronları bir başlarına bırakırlar. Hatta kendilerine zarar gelmesin diye bir tekme de onlar atarlar! Tıpkı ülkelerini satan taşeronların sonu gibi; çöpe atılır ve yenisi ile yola devam edilir! Mevlana: “Dost sanma şanlı vaktinde dost olanı....Dost bil gamlı vaktinde elinden tutanı..!” şeklinde özetlemektedir.
Şairlerin sultanı olarak bilinen Mahmut Abdulbaki, Baki unvanıyla “Âvâzeyi bu âleme Davud gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” mısraları ile ne de güzel özetliyor. Şair Mustafa Küçük, muhtemeldir ki Baki’den ilham alarak yazdığı, “Baki Kalan Bu Kubbede Hoş Bir Sada İmiş” başlıklı şiirinden birkaç mısra ile derdimizi, “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna bile az!” diyerek bitirelim.
Bu kubbe ki yeryüzünü rahmetle örtmüş,
Yükseldikçe her âh, “Allah“ diye yankılar...