Grigory Petrov’un, “ Beyaz Zambaklar Ülkesinde “ adlı yapıtını yeni bitirdim.

Büyük laflar edesim geldi kitabı bitirince. Belki umudumu ateşler diye. Karamsarlığım bir nebze olsun diner diye. Şu kendimi altta ya da üstte hissetme durumu var ya… Resmen çıldırtıyor beni. Alıp başımı gidesim geliyor. Sanki bu baş benimle gelmeyecek gibi.

Kitabın bir yerinde şöyle diyor; “ Finler kendilerine “ suom “ derler ve çok sevdikleri ülkelerine “ suomi “ adını verirler ki; bu sözcük bataklık arazi anlamına gelir.”

 Kitapta işlenen konu tamamen bir ulusun varoluş mücadelesi ile ilgili.

Benim varoluş mücadelemde ise; bataklıklar beni hep ürkütmüştür. Yetişme çağında bol bol izlediğim kovboy filmlerinde olsun; kasa kasa okuduğum Teksas- Tomiksler de olsun, beni çok etkileyen görüntüler olmuştur. Hep savaş, hep savaş! Ne haz alırdım bilmiyorum. Haz alır mıydım, onu bile anımsamıyorum.

Neyse lafı uzatmayalım, o bataklıkların yuttuğu insanlar, atlar… En çok da atlara üzülürdüm. O zamanlar ayırtına varamasam da; bugün biliyorum nedenini. Bana göre hayvanlar hep sahiplerinin günahını öderler. Sahibine gücü yetmeyen insanoğlu, nedense onun sandığı hayvanından alır hıncını. Ya da nefsine yenik düşen, sahibi sandığındandır eziyeti hayvanların.

Bana göre hayvanlar, sadece yaşama içgüdüsüyle hareket ederler. Bizim zarar olarak algıladıklarımız; nefisleri ile güdülerini çarpıtıp karakter kusurları üzerine hareket etmeleri değildir.

Hâlbuki biz insanların her zaman seçim hakkı var; güdülerimizi çarpıtıp onlar üzerine hareket etmemek gibi.

Ne yazık ki; öyle yazılıp çizildiği gibi kolay değil. Örneğin ben, deniz kenarına yakın bir kamp alanına çadır kurdum. Kuruş amacım; hem bu yas sürecinde denize yakın olmak, tek başına kalmak, Argos’la zaman geçirmek, Argos’un da denize girerek, felçli bacaklarında bir gelişme olur mu şansını değerlendirmek istememdi.

Bu ortak amaç doğrultusunda, ayak işleri yapıyorum. Fakat kampta gittikçe çoğalan köpekler ve kamp sakinleri beni korkutuyor. Hem bizim rahatımız, hem de başkalarının rahatı birarada mümkün değilmiş gibi geliyor. Nefes alamaz hale geliyorum.

Tamam diyorum, sonunda Argos’ u köye gönderirsin. Olmazsa daha fazla riske gerek yok diyorum. Der demez de orda ip kopuyor. Argos’ u hemen harcadığımı düşünüyorum ve kendimi çok bencil hissediyorum.

Hâlbuki ben de sadece yaşama içgüdüsüyle hareket ediyorum. Tanrı’ nın bana verdiği bu bedene, cana daha fazla eziyet etmek istemiyorum. Düşünce bu; tıpkı tüm canlılardaki güdü. Fakat niye bu kadar canım yanıyor! Niye ben yaşamdan yana oyumu kullandıkça, suçluluk duyuyorum. Bundan kurtulmanın yolu yok mu? Teşekkürler.