Kayısı Irgatlığı-4-

Yapacak bir şey kalmamıştı. Söz de birkaç gün dinlenmek, ya da başka bir bahçeye gitmek gerekiyordu. Biz, ne dinlenebildik, ne de başka bir bahçeye gidip çalışabildik. Hemen yanı başımızda, kendilerine ait olan domates, biber, patlıcan ve fasulyelerin bulunduğu bostanda çalışmaya başladık. Ezan vaktiyle başlayan çalışmamız, toplama, sandıklara yerleştirme, arabalara yükleme şeklinde devam ediyordu. (Bazı çalışanların anlattıklarına göre, buğdayı bile elle biçtiriyorlarmış.) Yaklaşık 10 gün, bu şekilde devam etti. Ne için gitmiştik, ne işler yapıyorduk. Bizi acemi gördükleri için mi yaptırıyorlardı, yoksa böyle mi olması gerekiyordu, doğrusu anlam veremiyorduk. Belki sonuçta çalışmaya gelmiştik, Kayısıyla ilgili ne iş olsa yapacaktık; ama işin içinde, bostanda çalışmak yoktu. Ne hikmetse, “yağmurdan kaçarken, doluya tutulmuştuk.”

İşin iyi tarafı, tuvalet ihtiyacımızı köyün Camisinin WC’lerinde gideriyorduk. Tabi banyomuzu da Cami havlusundaki Gusülhane diye tabir edilen yerde yapıyorduk. Elbiselerimizi ancak dinlenme saatlerinde, bahçeyle köy Camisi arasında bulunan kanalın suyunda yıkayabiliyorduk. Artık sabah ezanıyla başlayıp, gece geç vakitlere kadar çalışmaktan harap olmuştuk. Yorgunluktan takatimiz kalmamıştı.

Kükürt kokusuna dayanamıyordum. Nefes alamıyordum. İslim’e (kayısıların kükürtlemek için koyuldukları yer) girmek istemiyordum. Her girdikten sonra, dakikalarca öksürüyor, hapşırıyordum. Bahçe sahibine, bu çok doğal ve sıradan geliyordu. Hatta kükürt kokan kapalı yere girdiğinde, sigarasını dahi yakmaktan geri kalmıyordu.

O yıl, kızım Üniversite sınavını kazanmıştı. Ancak son günde, zar zor izin koparıp, Malatya merkezine giderek, alelacele tercihlerimizi yapabildik.

Arada bir, komşu bahçenin sahibi yanımıza gelerek, hal hatır soruyordu. Bizim bahçenin sahibi, “bu adam pek bizim yanımıza gelmezdi, ne oluyor acaba?” diyerek şaşırıyordu. İlginç olan, en çok da bizimle konuşuyordu.

Yaşlı ağaçlara çıkıp silkelemek, hayli yorucuydu. Hele dalları çürümüş ağaçlara çıkmak, çok tehlikeliydi. Öyle ağaçlara sıra geldiğinde, ben çıkmıyordum. Çıkmak istemiyordum. O yüzden tartıştığımız zamanlar da oluyordu. “İşçi değil misiniz, ırgat değil misiniz, mecburen çıkacaksınız, ne iş olsa yapacaksınız..!” gibisinden mesnetsiz sözler sarf ediyordu. Yaşlı, sakallı canavar, pek kendine yakışmayacak söz ve davranışlarda bulunuyordu. Arada bırakıp gitmek istediğimiz zamanlar oluyordu; ama araya hanımı ve oğlu girdiğinde, devam etmeye karar veriyorduk.

Yine çürümüş bir ağaç vardı, ben çıkmak istemedim. Oğlu babasından çekindiği için, birazda sıkıntı olmasın diye, “ben çıkarım!” dedi. Dala ayağını vurmasıyla, dalla beraber aşağıya düştü. Zalim ve gaddar baba, “ne oldu, bir şeyin var mı?” diyeceğine; “kör müsün ağacın dalını kırdın, niye dikkatli olmuyorsun?” deyince, artık delirir gibi oldum. “Ya Allah’tan kork be adam, çocuğa acımıyor, ağaca acıyorsun, sen nasıl bir mahlûksun” diyerek, tartışmaya başladık. Aslında tam dayaklık adamdı, çoktan da bunu hak etmişti. “Haydin çocuklar gidiyoruz, işi bırakıyoruz, bu adamla çalışılmaz!” diyerek, çadırımızın yanına gitmiştik. Yine hanımı ve oğlu yere bere içinde ki o haliyle gelerek, “amca kusura bakma, sen babamıza bakma, işinize devam ediniz, onun adına özür dileriz” diyerek, bizi ikna ettiler.

Kayısı toplama işi bitiyordu, arada bostan toplama işini de bitirmiştik. Tabiri caizse, biz de bitmiştik. Sıra patik (kayısıyı çekirdeklerden ayırma işlemi) yapmaya gelmişti. Zalim ve gaddar adam, bize dönerek, “ işimiz bitti, artık gidebilirsiniz!” dedi, “Hani patik işi yapacaktık, ne oldu?” dedim. “Yok, onu biz yapabiliriz, size gerek kalmadı” dedi. Kızsak, sinirlensek de, sonunda “tamam, öyle olsun, senden de bu beklenir zaten!” diyerek, çadırımızı yıktık, yataklarımız topladık.

...Devam edecek.

Kerim BAYDAK

[email protected]