Kayısı Irgatlığı -1-

Farklı bir şey yapacağım. Sanırım 5-6 yıl önceydi. Bizzat yaşadığım ırgatlık maceramdan, gerçek bazı kesitler anlatacağım.

Ücret karşılığı çalışarak hayatını idame etmekteyim. Yani öyle ırgatlığa gidecek kadar muhtaç değilim. Kendi kendime yetiyor, kendi yağımızda kavruluyorduk. Yaşadığımız muhitte, semtte, mahallede, yaşayanlardan birçok aile, bahar mevsimiyle birlikle başlayan, bazen ölümlerle, bazen yaralanmalarla ve sakatlıklarla devam eden ırgatlık mecrasına atılırlar. Genelde ihtiyacı olan, nafakasını bu yolla kazanan, ailelerini bu şekilde geçindiren sayısız aile var.

Çevremizde yaşayan ve kaysıya giden ailelerin çocuklarından etkilenmiş olmalılar ki; çocuklar bir gün karşıma dikilip, “biz de kayısıya (Kayısı toplamaya) gitmek istiyoruz” dediler.

“Kolay iş değil, zordur, etmeyin, eylemeyin, yapamazsınız, bırakıp gelirsiniz!” dedimse de bir türlü ikna edemedim. Mecburen Malatya’ya kaysı toplamaya götüren bir elçinin peşine takıldık. İlk defa gidecektik. Neler götürülür, nasıl toplanılır, nasıl hareket edilir, toplama şartları, şekilleri nelerdir bilmiyorduk. Elçinin yönlendirilmesiyle, elbise ve yatacak yatak ihtiyaçlarımızı hazırlayarak Minibüse bindik. Tabi Minibüs tıklım tıklım, Minibüs üstü derseniz, tabiri caizse âdeta eşyadan bir kule.

Korka korka yolda ilerlerken, trafik kontrolleri noktalarına vardığımızda; kaptan şoför “ayakta olanlar çömelsin yoksa ceza yeriz” diyordu.

Şansımıza Elazığ çıkmıştı. İlk defa gittiğimiz yer ve iş için, tıkış tıkış yol alıyorduk. Sanırım heyecanlıydık, hele çocuklar benden daha heyecanlılardı. Sanırsın bir yeri gidip ziyaret edip ya da gezip, ceplerine para koyup geleceklerdi. Çalışacağımız köye vardığımızda, minibüsten indik, tabi eşyalarımızı da.

Öğlen vaktiydi. Herkes eşyasının üzerine oturmuştu. Bahçe sahipleri, öncesinden elçiyle nasıl anlaşmışlarsa, o şekilde çalışanları paylaşıyorlardı. Kayısı toplama işinde, ne kadar çok erkek varsa, o kadar rahat ediliyormuş. Daha önce gidenler, öyle söylüyorlardı. Demek ki o anlamda bizim için sıkıntı yoktu. Ancak, içimizde tecrübeli olan yoktu, tek sıkıntımız oydu, o da bahçe sahibinin insanlığına, insafına kalmıştı artık.

Bizi alan bahçe sahibi, eşyalarımızı hayvan ahırlarının damına koymamızı istedi. İki katlı evlerine çıktık, o an için hazırlanmış bir şeyler yedik. Karnımız doymuştu. Evlerinin yanındaki kayısı bahçesine gittik. Çocuklar evde kalmıştı. Sabah başlayacaktık. O bahçe gayet iyiydi, ağaçlarda pek büyük değildi. Çünkü ne kadar büyük ağaç, o kadar sıkıntı ve o kadar yorulmaymış. O ağaç, bu ağaç, bostan, falan derken, akşam olmuştu. Akşam, yine aynı yemekleri yemiş, aramızda oradan buradan, kendiliğinden gelişen vakit geçirme konuşmaları yapılıyordu.

Gece geç vakitte, ahırın toprak zemininde serdiğimiz yataklarımıza uzanmıştık. Sanki gezmeye gitmiş gibi, usulünce pijamalarımızı çıkarıp giymiştik. Sabah ezanıyla uyandık. Alelacele, heyecanlı bir şekilde, iş elbiselerimizi giydik. Biz kahvaltı beklerken, traktörün römorkuna doluştuk. Bahçe sahibinin çocukları ve bizler, böbrek taşlarını düşürmek istercesine hoplaya hoplaya, o bahçe, bu bahçe, derken, yaklaşık yarım saatlik yolculuktan sonra, bir tepenin yamacından uzayıp giden kayısı bahçesine vardık.

Bahçe sahibine, “bak amca ne ben, ne de çocuklarım nasıl kayısı toplandığını, yani usulünü bilmiyoruz” deyince, kızar gibi olmuştu, bozuntuya da vurmadı. Biraz da tebessüm etti, bu kızgınlık mıydı, yoksa memnuniyet miydi, anlam verememiştim.

Hıla diye tabir ettikleri büyükçe bez parçasını, kadınlar yere serecek, erkekler ağaca çıkıp silkeleyeceklerdi. Bizim çocuklar, kendi hanımı ve çocukları Hılayı sermişlerdi, biz erkekler de ağaca çıkmış silkeliyorduk. Neyse ki ağaçlar fazla büyük değildi. Dallarına tekmelerle vurduğumuzda, hemen bütün kayısılar yere düşüyordu. Hıla dışına çıkanlar da oluyordu. İşte o zaman da tek tek toplanılıyordu. Sandıklara koyulan kayısılar, üst üste istifleniyordu.

…Devam edecek.

Kerim BAYDAK

[email protected]