Dıştan gelen bildirimleri önemserim. Hatta olduğundan fazla önemserim. Hâlbuki ciddiye alıp değerlendirmek sonra işime yaramayanları posa diye dışarı atmaktır asıl isteğim. Bu işime yaramayanları seçmemde yardımcı olanları da ‘kabuk soyucular’ diye adlandırmak ve oldukları yere konumlandırmak diğer isteğim. İlk bu deyimi arkadaşımdan duyduğumda pek kibirli bir tanımlama gibi geldi. Fakat işlevsel olarak yaptırımını düşününce haksızlık ettiğimi kabul ettim.

Şu sıralar gerçek anlamda derilerim soyuluyor, resmen kabuk atıyor bedenim. Doktor yaşıma ve soğuklara bağlayıp çıkıyor işin içinden. Bense onun verdiği karaciğeri yoran ilaçlara bağlıyorum. Her iki şıkta da olan bedenime oluyor. İnşallah mecazi anlamda şu son günlerde yaşadığım sıkıntıların dışa vurumu olarak biran önce akıp giderler yaşamımdan ve bedenimden.

Yenileri gelecek dediğinizi duyar gibiyim. Olsun en azından aynı delilikleri yapmayacağım için bir şeyler değişiyormuş gibi gelecek ve ben oyalamış olacağım güzel gönlümü. O gönül ki her zaman benimle. Hiç terk etmedi beni. Canım sıkılsa da ‘ sıkı can iyidir çıkmaz’ dediklerinde, kızsam da oynamıcam işte ben çıkıyorum dediğimde, kısacası öyle ya da böyle hep benimleydi. Belki gidecek yeri yoktu bilemem.

Bildiğim şey ise; bu süreyi onunla iyi geçinerek tamamlama isteğim. Geçenlerde yine bir arkadaşımla sohbette derinleştik. Kendim olmam, kendi otoritemi kurmamla ilgili öyle bir noktaya geldim ki resmen ayak diriyorum sisteme. Arkadaşımın söylediklerini tam olarak toparlayamasam da algıladığım kadarıyla aktarmak istiyorum:

“Affedersin ama bedenimizde bir tek hücre ben oynamıyorum dediği an kanser hücresine dönüşüyor değil mi? Tüm vücuda yayılıyor sonra da. Onun gibi biz de bu sistemin içinde uyumlu ama hücre zarının da neyi alıp almayacağı konusundaki kararı gibi de özgün olacağız.”

İşte bu kadar ince bütün ve parça işleri. Derler ya soy soy soğan kabuğu. Boşuna bir çaba gibi söylenir bu söz. Motivasyonumu düşürür. Kabuk soyucularla ya da kendin soyarak ortada takdir edilecek bir çabayı da görmezlikten gelmek niye!?

Belki de şu nokta durdurabiliyor bazen beni, her şey söylenemeyeceğine göre ne gereği var bütün bunların. İşte burada kurguya sarılmak iyi geliyor insana. İğrenç gördüğün insan hallerini ver karaktere çekil kenara. Öyle bir şey yapmak geldi içimden şu an.

Dıgıl dıgıl Avni tiplemesini düşünün mavi beyaz çizgili pijama altı, üst kısmında da beyaz atlet. Bu görüntüye şu konuşma eşlik etsin:

“Osuruğumun sesine ne takılıp duruyorsun kız! Belertme öyle gözlerini! Kokusu yok ona şükret. Senin o çok beğendiğin şu artist bozuntusu hiç mi osurmuyor sanıyorsun. Ya da kıçı burnu kaşınmıyor mu hiç! Geğirmiyor, sıçmıyor mu! Erkek adama hepsi yakışır bunların. Sen bu kafayla gidersen başıma kalacaksın benim. Git hadi şimdi sofrayı hazırla, surat asıp karşımda oturacağına.”

Konuştururken bile karakteri içim kalktı. Görmek istemediğim şeylerin gözümün içine içine sokulması ondandır. Ben de olanı görmek istememek. İnsanın halleri deyince bir noktadan sonrasını yok saymak. Varlığına hizmet eden işlevsel şeyleri tu kaka diye değerlendirmek, bence en kalın kabuk bu. Üstü bir açıldı mı o zaman kokusu da duyuluyor.

Uzadıkça dağılacak konu. O yüzden şöyle toparlayayım; yaşadığım beslenme ve bağırsak sorunlarımda üstünü örttüğüm fakat artık bana hizmet etmeyen duygu ve düşüncelerimle nasıl baş edeceğimi bilmiyorum. İnkâr ettim olmadı, itiraf edeyim belki aydınlığın ışığında yok olurlar. Bilemedim.