Hazreti Adem’den Kıyamete kadar insanın kurtuluşu, bir Nebi veya bir Veli’nin ardından yürümesine (tutunmasına) bağlıdır. Nebi ve Veli, Allah’a vasıl olmuş kişidir. Kutsi ruhun (Ruhul Kudüs) sahibidir. O Nebi yada Veli, Allah’a vasıl olmak için Allah’ı çok çok zikretmeyi (Kalbin Zikri) ve çok çok ibadet etmeyi (Kalbin duası- Münacatı) emredecektir. Ayrıca O Nebi veya Veli’nin taşıdığı kutsi ruh, sahip olduğu çok büyük Ruhani güç ile o ardına düşen Tanrı yolcusunun, ruh ve kalbini, iç alemin süfli güçlerinin vereceği zararlarından koruyacaktır. Çünkü mübtedi Tanrı Yolcusunun ruhu zayıf ve güçsüzdür. Tabi bunlar hep Allah’ın izni ile olurKutsi Ruhu taşımayan kim olursa olsun Nebi ya da Veli (İnsanı Kamil) değildir. Nebi ve velinin ardına düşmek, Tanrı’nın Kutsal Ruhunun ardına düşmektir. İnsan-ı Kâmile bağlanmak, beşere değil; mukaddes ruha bağlanmaktır. Mukaddes ruhu taşıyan ve tam Kamil Mümin olan Nebi ve Veliye bağlanan ve O’na itaat eden ise doğrudan Allah’a bağlanmış ve Allah’a itaat etmiş olur.

“Sana biat eden, bağlananlar Allah’a biat etmiş olur” Sure-i Fetih-10

“Sana itaat edenler, emrini tutanlar, Allah’a itaat etmiş oluyorlar. Allah’ın emrini tutuyorlar. “Teğabun 12, Nisa 80

“Sen Allah’ın izni ile Allah’a çağıran siracen münirsin”.(Ahzap 46) (Nur neşreden-yayan, nur veren sirac- çok keskin ışıksın, nursun)

Allah güneş için de sirac sözcüğünü kullanmaktadır. (Nuh-16)

Bu durumda Güneş, madde aleminin güneşi (gökteki güneş)  Mana aleminin güneşi de Hazreti Muhammed’in(s.a.v) mukaddes ruhu pakidir (Ruhu azam). Diğer ruhlar da yıldızlar gibidir.

Peygamber Efendimiz(s.a.v) ve peygamberler mutlak mübelliğdirler. Ancak sıradan bir tebliğci olmayıp, yukarıdaki ayetlerle belirlenmiş, yüksek ilahi vasıflarla donatılmış,  aziz ve kutsal tebliğcidirler. İnsan-ı Kamil olan Nebi ve veliler ilah değildirler.  Ancak ilahi vasıflar taşırlar. 

Ayrıca Allahu Taala, Aleyhisselat Efendimiz Muhammed Mustafa için, “O, Rahmetenlil Alemin’dir” buyurmuşlardır.(Sure-i Enbiya 107)

Rahmetullah, Allahın Alemlere rahmeti, acımasıdır.  Acaba Allah’ın rahmetinden daha büyük bir kimse var mıdır, her iki âlemde? Ayrıca

“Sen olmasaydın (Ya Muhammed) felekleri (Gökleri alemleri) yaratmazdım”(Kutsi Hadis Acluni, Keşful Hafa c.2.s.163) buyurmaktadır, Yüce Rabbımız. Nur saçan sirac (Hakikat Güneşi) olmasaydı, feleklerin âlemlerin ne anlamı olurdu? Ayet ile Peygamber Efendimiz (S.A.V) “Nur veren siraç- güneştir”

“İnsana fücuru da takvayı da ilham ettik(ilettik). Tezkiye olan(arınan) muhakkak kurtulur” Şems: 8-9

Nefsin fücurundan ve kirinden arınmayanlar, bizzat Allah ile temas edemezler.  Doğrudan diyaloga geçemezler. Allah, arınmayanları kabul etmez. Onun için, arındırıcı olarak, Mukaddes ruhunu taşıyan Nebi ya da Veli kullarını içimizde rahmeti olarak bulundurur. Bizim arınmamız, kutsi ruhu taşıyan Nebi ya da Veli kulu yolu ile mümkündür.

“Nebi(İnsan-ı Kamil), size Allah’ın ayetlerini okuyor ve sizi tezkiye ediyor (arındırıyor)” (Âl-i İmran, 164, benzeri ayetler için bkz. Bakara, 151; Cum’a, 2)

“Yere göğe sığmam, Mümin kulumun- Kamil Müminin- kalbindeyim” (Kırk Kutsi Hadis Sadreddin Konevi s. 82 Vahdet Yayınl.İst, Temyiz, 117; Acluni, Keşfül Hafa,c.2,s.99 Anna Maria Schimmel İslam’ın Mistik Boyutu s.191. Kabala Yayınevi)

“Kulumu sevdiğimde onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum” (Buhari, Rikak, 38; İbn Mace, Fiten, 16; İbni Ebi’d Dünya, Kitabul Evliya, 26-27, Beyhaki, Kitabü’z Zühd no:696-99) (*)

(Yukarıdaki Kutsi Hadisler ve Ayetler bunun böyle olduğunun kesin delilidir. Zira yeryüzündeki insan, nefsin fücur ve kirinden tezkiye olmayınca- arınmayınca, doğrudan Zat-ı Akdes ile diyalog kuramaz. Zira “Pak olan Allah” paklanmayanları huzuruna kabul etmez.  Mukaddes ruhu, şafağın aydınlığı temsil eder. Şafak sökmeden güneş görünmez. Şafak, güneşin belirtisidir; güneşten ayrı ikinci bir şey değildir.  Mukaddes ruh da, Zat-ı Akdes’in (Allah) belirtisidir. Tıpkı şafak gibi. Ruh, Allah’ın emridir. Emrin gerçek anlamı haldır(durumdur). Hal-durum ise zulhalin-hal sahibinin vasfıdır. Yani emr’olan Allah’ın ruhu, Allah’ın Zatı değil amma Zat’dan ayrı olmayan sıfatıdır. Şafak ta, bizzat güneş değildir amma, güneşten ayrı olmayan güneşin bir halı, bir rengi bir sıfatı-niteliğidir. Nasıl ki şafak güneşten ayrı ikinci bir şey değilse Mukaddes Ruh da, Allah’tan ayrı ikinci bir şey değildir. Mukaddes ruh, cisim ve beşer olmayıp; yani organik varlık olmayıp, nurdur. Allah’ın yüzünün ziyası-nurudur. (**)

İnsandaki akıl da, cisim –organik – olmayıp soyut nurani bir varlıktır, gerçektir. İnsanda düşünen, bir et parçası olan beyin ve hücreleri olmayıp; o beyin ve hücrelerin içindeki cismani olmayan ışıktır, nurdur. Akıl, ruhun anlama niteliğidir. Tanrı, ruhunu insanın içine (beynine ve kalbine) üfürmüştür.

“Ve nefehtu fihi min ruhi- İnsanın içine ruhumdan üfürdüm (ilettim)” Sure-i Sad 72

Çağın ilmi, insanın beyninde ve kalbinde ışınlar olduğunu tesbit etmiştir. Madde düşünmez ve anlamaz. Organik olan bir et parçası olan beyin de madde olduğu için düşünemez ve anlayamaz.) 

Zikir ve ibadetlerle kalbi nurlanan Tanrı yolcusunun ise, kalbi genişleyecek, neşelenecek ve bu şekilde Rabbına şükretmiş olacaktır.

Şükrün gerçeği, kalbin gülmesidirKalbin gülmesi, Tanrı yolcusunun mutluluğunu ifade eder.

Kalbin mutluluğu Allah’tan razı olmak demektir. Allah’tan razı olan kişiden ise Allah da razıdır. Nebi ve Velinin (İnsanı Kamil), ardında yürümekten maksat, mutluluğa erip Allah’tan Razı olup, O’na şükretmek ve bu suretle Allah’ın rızasını kazanmaktır.Dış alemin ulvi-yüce ve süfli-alçak tarafı olduğu gibi iç alemin de ulvi- yüce ve süfli-alçak tarafı vardır. Dış âlemin ve iç âlemin de ulvi-yüksek ve süfli- alçak- kahri kuvvetleri vardır.(Göklerin ve yerin askerleri-kuvvetleri-güçleri hepsi Allah’ındır.)

“Velillahi cünudussemavati vel ard.(Göklerdeki ve yerdeki askerler, Allah’ındır.)” Sure-i Fetih 4 ve 7.Ayetler

İster süfli ve kahri, ister ulvi ve kutsi olsun bütün askerler-güçler- kuvvetler, Allah’ındır. Allahüteala’nın kutsi, ulvi ve süfli, kahri güçleridir. (Buna rahmani ve kahri kuvvetler denir) Ve bunların hepsi (İç alemde göklerde, dış âlemde yeryüzünde olsun) Allah’ın kullarıdır.

Allahüteala ise kullarını, kulları ile korur ve kullarına, kulları ile yardım eder.

Not:

(*) Tasavvufta, Allah’tan dışlanmış bir İnsan (Adem) ve İnsandan(Ademden) dışlanmış bir İlah tasavvuru yoktur. Çünkü Allah, pak ve kutsal ruhunu sadece İnsana (Ademe) üfürmüş, Cebrail de dahil bütün melekleri O’na secde ettirmiştir. Bilindiği gibi, İnsandan başkasında düşünme ve anlama akıl niteliği yoktur. Âlemler, Allahın taayyünü belirmesi(zuhuru) dir. İnsan (adem-insanı kamil) ise alemin özü, Tanrının en kamil ve mükemmel zuhuru belirmesi görüntüsüdür. İnsan (Âdem-İnsanı Kamil) Allahın zahiri, Allah ta Ademin-İnsanı Kamilin batınıdır.

Bu nedenle Peygamber Aleyhisselam “Kendini(İnsanı-Ademi) bilen muhakkak Rabbını(İnsanı İlahi Vasıfları ile donatanı) bilir” buyurmuşlardır. (Hadisi Şerif Acluni, Keşful Hafa c.2. s.132: Şemsettin Yeşil, Binbir  HAdis.s.212,1983-ist)      )

ilk ve son, dış ve iç Allah’tır. Allah her şeyi bilir.” (Bilen ve bilgili varlıktır) (Hadid Suresi Ayet:3  )

Gerçek vücut(Var-varlık) olan Allah’tan başka ikinci bir vücut-var-varlık- yoktur. Allah, nur ve kuvvet olan ilim sahibi Hay Ve Kayyum( Diri-canlı ve daimi duran) tükenmeyen ve de sınırı kenarı olmayan, sonsuz ve bir tek olan ezeli, ebedi ve daimi var olan çok mukaddes var ve varlıktır. Bir ve tekdir. Yani tek birdir. Zira iki sınırsız, sonsuz varlık olmaz. Bu gerçekten dolayı, Allah’ın varlığı ve birliği zorunludur(Vaciptir). Diğer âlemler, nesneler, hep denizin belirtisinden başka bir şey olmayan; denizin gelip geçici köpükleri gibidir.  Gerçek varlıkları yoktur, izafidirler. Köpükler denize muhtaçtırlar. Nesneler, ALEMLER  de köpükler gibi “İlk var, ilk neden kadim var olan Allah’a muhtaçtırlar.” Allah, Gani ve Sameddir (Var olmakta başkasına muhtaç değildir, varlığı bizatihi kendindendir). Diğer nesneler ve taayyunler, tüm alemler var olmada köpüğün denize muhtaç olduğu gibi, kadim, ilk var, ilk neden ALLAH’a muhtaçtırlar.  Alemler ve Adem-ruh- Allah’ın tecellileridirler. Tecellileri hep kendinden kendinedir. Zira kendisinin olmadığı bir mahal yoktur. Sınırsız varlığın bittiği bir yer olmaz. Biterse sınırlanır. Sınırlı varlığa da Tanrı denilemez. Sınırlanırsa şekil alır. Allah şekilden münezzeh, sonsuz nurdur. Allah, doğurmamış ve doğmamıştır. Nesneler hep kendi tecellileri, kendi, belirtileridir. Belirmeler ve tecelliler, hep kendinden kendinedir. Vücud-var-varlık birdir. İki vücud yoktur. Düşünmek bile muhaldir. Vücud birdir ve sınırsızdır. İki sınırsız var olmaz. Sınırsız kenarsız vücud-var olan Allah’ın dengi ve benzeri ve ortağı olmaz, olamaz.

“LA  MEVCUDE İLLALLAH ALLAHTAN BAŞKA VAR-VARLIK YOKTUR, MUTLAK HAK VE HAKİKAT(Gerçek) BUDUR.”         

(**) “De ki ruh Rabbımın emrindendir” ( Sure-i İsra 85)

“İnsana ruhumdan üfürdüm” (Sure-i Sad 72)

Bu iki ayete göre Ruh ve Emr Allah’ındır(Emrullah, Ruhullah)

 “Allah bir şey irade (dileme) ederse ona “Ol” der” (Sure-i Yasin 82)

 Bu ayetteki kun-ol emr’dir. Bu da Emrin Allah kelimesi olduğunu belirlemektedir-tanımlamaktadır(Kelimullah). Ayrıca Allah, ruh benim ruhum demektedir.(Ruhullah)

Allahın emir ve mutekkellim isimleri vardır. Her ismin, niteliği ve nasıllığı ise sıfattır. Bu durumda Ruh, Allah’ın hem Emr-buyruk hem de kelim-söz sıfatıdır.

Yani Ruh, Allahın hem buyruğu hem de sözüdür.(Ruhullah, kelimullah) Allah’ın Zat’ı nur olduğu gibi sıfatları da nurdur. Her sıfat, Allah’ın bir durumunu (Halını) belirler.

Nurun şekli yoktur. Ancak nur, içine girdiği kabın şeklini alır. Örneğin, suyun şekli yoktur. Su içine girdiği kabın şeklini alır. Elektriğin-ışığın da şekli yoktur. Elektrikte içine girdiği ampulün-camın şeklini alır. Ruh da nurdur bu nedenle ruh ta içine üfürülen kişinin şeklini alır. Ayrıca ruhun cinsiyeti de yoktur. Erkeğin için üfürülence erkek, kadının içine üfürülünce kadın şeklini alır. Ruhun bağırsakları  ve tenasül aletleri yoktur. İç alemde Nur olan cennette, türeme olmayıp necaset de(pislik te) asla yoktur. Cennet de cennetin  içinde olanlar da, pak nurdurlar. Allah dilerse, cennetteki ruhlara yedirir ve  içirir. Ancak cennetteki bütün meyveler, şarap ve süt hepsi nurdandır. Cennette hücrelerden oluşmuş organik varlıklar yoktur. Cennetliklerin, cennet  meyvelerini bu dünyadaki meyvelere teşbih ettiklerine (benzettiklerine) dair Allah’ın beyanı vardır(Bakara 25). Cennette her şey nurdur, nurdandır. Cehennem ise Allah korusun hep nar-ateş ve ızdıraptır.  Bu insana üfürülen ruhun o insanın  suret ve  şeklini almasından bir maksat da ta ki   her insana üfürülen ruhun, kime ait olduğunun belli olması içindir. Bu durum her insana ayrıca kişilik-kimlik vermesi, bu suretle insanı yüceltmesidir, yüceler yücesi Allahutealanın. K.Y

                                        

ALLAH’IN KUTSİ RUHUNU TAŞIYAN İNSAN-I KÂMİL İLE

İRTİBAT KURMAK(DİYALOGA GEÇEBİLMEK)

R   A   B   I   T   A

 

         İslâm dininde, kul ile Allah arasında  vasıta –aracı yoktur ve olamaz da. Rabıta -irtibat-  kurmak , biat  –bağlanmak, bunlar kişinin herhangi çiğ ve cahil birine rabıta ve biatı değildir. Rabıta ve biat, Tanrının kutsi ruh -kutsal ruhu taşıyan (ki, bu ruh, Tanrının emridir ve Tanrının başta ilim olmak üzere, tüm sıfatları ile sıfatlanmıştır) Alim ve Arif, Nebi ve Velilerin ruhlarınadır. Yani, Kâmil insanadır. Demek ki rabıta ve biat, ilim ve marifetedir. Yoksa beşere değildir. Ruh, mahluk değildir. O Tanrının emir sıfatı olup, Haktır, nurdur,

        

Rabıta ve biat Hakkadır. Halka, rabıta ve biat olmaz. Güneşin ışığına yönelmek nasıl ki güneşe yönelmek ise, Alim ve Arif olan kutsal ruh taşıyan Olgun İnsana  yönelmek de Tanrıya yönelmektir. Buna vasıta denmez. Çünkü ruh, Hakkın ziyası , ışığıdır, ziyasız da Güneş ile irtibat kurmak mümkün olmaz ve de güneş bilinmez. Bunun gibi, kutsal ruhla ilişki kuramayan bir kimse de, Tanrı ile ilişki kuramaz. Çünkü Tanrı, çok büyük ve sonsuz nurdur. Eğer o nur , birden zahir olsa, bütün kainat yanar.

        

 Bu nedenle Tanrı, nurdan mahrum olmamamız için, kutsal ruh taşıyan Peygamberleri ve Velileri, Yıldızlar gibi bize göndermiş ve ruh alemimizi onlarla aydınlatmak, büyük ve sonsuz nurdan haberdar etmek istemiştir. İnsan-ı Kâmil, nur-aydınlıktır. Allah, muazzam nurdur.Şimdi bir gerçek vardır , onu açıklıyoruz:

     

“Az ışığı sevmeyen ve kabul etmeyen, çok ışığı hiç sevmez ve kabul etmez” .

 Bu durumdakiler, yarasa kuşları gibidir. Öyleyse, ruhları ve kalpleri birer ampül gibi parlayan – nur olan-Nebileri ve Velileri sevmeyen ve kabul etmeyenler, Tanrı Güneşi Muhammed Mustafa’yı(S.A.S)  ve sonsuz, kenarsız  nur olan Allah’ı nasıl sevip, kabul ederler? 

Bazılarının: “Biz Tanrıya inanıyoruz, Tanrıya bağlıyız, Peygamberler de neymiş, biz de insanız”   ve bazılarının:  “Biz,  Tanrının Peygamberine bağlıyız, Veliler de ne imiş” gibi saçma, aslında küfr – gerçeği örtme – lafları boştur. Kaide şudur: “Az ışığı sevmeyen, çok ışığı hiç sevmez.”  Güneş doğup battığına, dünya yaşadığına, insanlar dünyada var olduğuna göre, muhakkak bu insanlar içerisinde Tanrıyı tam bilen, Kutsi ruh taşıyan, güzel ahlakla bezenmiş Kâmil insanlar da olacaktır.

Çünkü Tanrı, Alemleri kendisi bilinsin, yani gerçek bütün Kemali ile anlaşılsın diye yaratmıştır. “Men Araf” dersini görmeyen ve Ledünni –Alem-i Kutsiyanın esrarına mahrem olmayanlar ise, Tanrıyı, gerçeğin özünü kemali ile bilemezler. Ahlak bütünlüğüne bir türlü ulaşamazlar.

          Âlem yaşadığına göre, içinde İnsan-ı Kamiller var demektir. Eğer kalmamış denilse, o zaman bu aleme lüzum yoktur. Yaratılış sırrına aykırı düşer.

 Bir bağda koruklar var ise, herhalde birer tane de üzüm vardır. Bu milyonlarca koruk misali, çiğ adamlar içinde de muhakkak ve muhakkak Kâmil İnsanlar vardır. İşte bunlar, Tanrı Velileridir. İnsan-ı Kâmil ile temas kuramayan, koyu karanlık ve dalalet-şaşkınlık- içindedir. İnsan-ı Kâmil’siz Tanrı bilinmez(***) ve Tanrının gerçek ilminden, feyzinden faydalanılamaz.

         Adem – Olgun İnsan-, Tanrının zatını yansıtan bir ayna, Onun ruhu ve kalbi Tanrının nuru, Tanrının sıfatıdır.

(***)Tanrı’ya inanmak ayrı şey, Tanrı’yı bilmek ayrı şeydir. Örneğin; güneşe herkes inanır ama güneşin yapısı ve nitelikleri hakkında kaç kişinin bilgisi vardır?

Dip Not: Peygamber Efendimizin  (s.a.v) mübarek cemalini, Hz.Ali’nin ve Hz.Ebubekir’in ve emsali velilerin ve hayatta olan velilerin nurani vechlerini (Nurani yüzlerini) tasavvur etmek bakmak ta rabıtadır. Nurani bir çehre ile karşılaşmak, insanın imanını artırır. Bu suretle Allah’a yaklaştırır. Zaten Allah da muazzam nurdur. İşte bu nedenle Peygamberimiz,” Hz.Ali’nin yüzüne bakmak ibadettir”(Hadisi Şerif  Abdullah İbn Mesud’dan, TAberani, Aziziye c.3.s.417: Ayrıca Kettani, 11 Sahabiden Rivayet gelmiştir. Tevatür HAdisler , KArınca YAyınları s.575.2003 İst)) buyurmuşlardır.

 “Keremallahu vechehu ”  Allah, O’nun yüzünü şerefli kıldı buyurmuşlardır. Yani rabıta bir peygamberin ve velinin mübarek yüzlerindeki Allah’ın pak nurunadır. Beşere, cisme, maddeye değil. Zaten ibadetten maksat da Allah’a yaklaşmaktır.