Her yıl aralık ayında kutlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kabulü yıldönümü, Batı âleminin ikiyüzlülüğünün ve çifte standardının daha iyi anlaşılması bakımından önem arz eder.

Batı’da insan hakları sonradan kazanılmıştır. Bizde ise “kul hakkı” sorumluluğu ile doğuştan vardır. Bizim kültürümüzde her insan hür ve günahsız olarak doğar. Hâlbuki Batı kültüründe insan anasından günahkâr olarak doğar; kilisede vaftiz edilerek günahlarından temizlenir. Bizim kültürümüz insan haklarını büyük bir sorumluluk olarak insana yüklerken, Batı bu hakları pratik vicdanlara havale etmektedir. Bugün dünya nüfusunun yarısı açlıktan kırılıyorsa, bunun sebebi adil olmayan bir sistemi ayakta tutan ve sıkışınca “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ne sığınan ikiyüzlü, riyakâr, düzenbaz ve hilekâr Batı’dır.

Bizim geleneğimizde halife, gerekirse kılıçla düzeltilebilirken, Batı’da, kiliseye karşı çıkanlar aforoz edilir ve diri diri yakılırdı. Kiliseye karşı insan haklarını elde etmek yüzlerce yıl almış ve nihayet 1789 yılında İnsan Hakları Beyannamesi ile özgürlük, kardeşlik ve eşitlik ilkeleri getirilmiştir. Daha önce Batı’da bulunmayan bu değerler, Batı insanına çok büyük birer nimet olarak sunulmuştur. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Batı’nın büyüleyici etkisi alanına sarhoşça dalış yapan bazı Osmanlı aydınları, bu değerler bizde yokmuş gibi bir psikoza girerek, “hürriyet, adalet, müsavat ve uhuvvet” sloganı ile bunu ithal etmişler ve taklitçi zihniyetlerini devam ettirmişlerdi. Hâlbuki bunlar bizim bin yıllık vazgeçilmez değerlerimizdir.

1789 yılında İnsan Hakları Beyannamesi imzalandıktan sonra, beyannameyi imzalayan (Fransa ve İngiltere başta olmak üzere) birçok Batı ülkesi Afrika, Asya ve Latin Amerika’da sömürgecilik yapıyorlardı. Kendi ülkelerinde insan haklarını savunurken, sömürge ülkelerinde katliamlar yapmaya, kaynakları yağmalamaya ve köle ticareti yapmaya devam ediyorlardı. Ünlü Antropolog Velss’e göre o yıllarda sadece Afrika’da100 milyon insan öldürülmüş veya Amerika’da köle olarak satılmıştır.

Avrupalılar, Amerika kıtasına çıkıp işgale başladıktan itibaren, ateşli silahlarla yerli halkı katliamdan geçirmişlerdir. Böylece Amerika’nın gerçek sahipleri olan Aztek, Maya ve İnka gibi birçok kabile yok edilmiş, Kızılderililerin nesli tüketilmiştir. Milyonlarca insan vahşice katledilmiş, topraklarına zorla sahip olunmuştur.

Bugünkü İspanya ve Portekiz’in bulunduğu topraklar üzerinde, Endülüs Emevileri sekiz yüz yıl (Osmanlı İmparatorluğu’ndan iki yüzyıl daha fazla) hüküm sürmüştür. Bu süre zarfında bir tek Hıristiyan’ın burnu bile kanatılmamış, din ayırımı yapılmadan bütün insan haklarına riayet edilerek herkesin can, mal, namus ve inanç güvenliği sağlanmıştır. Ancak bu devlet yıkılınca vahşi Batı, burada bir tek Müslüman bile bırakmamış, hepsini katletmiş, taş üstüne taş, gövde üstünde baş bırakmamıştır. Yıkamadığı birkaç tarihi kalıntıdan başka yüzyıllarca süren bir medeniyetten bir iz bırakmamak için her şeyi yapmıştır. On binlerce el yazması eser yakılmış, cami ve medreseler, hanlar, hamamlar ve kervansaraylar yakılıp yıkılmıştır.

İnsan Hakları Beyannamesi’ni imzalayanlar, sadece kendilerini insan olarak kabul etmiş, tanımadığı kavimleri ve insanları vahşi birer hayvan olarak görmüş ve onları acımasızca boğazlamıştır.

10 Aralık 1948 yılında “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” imzalandı. Ancak bir şey değişmedi. Batı’nın ikiyüzlülüğü, çifte standardı, medeni vahşeti devam etti. Bu beyannamede bütün insanların hür ve eşit olduğu, yaşama hakkına sahip olduğu gibi 30 maddeden oluşan birtakım haklar sıralanmakla beraber, bu beyannamenin saydığı haklar sadece kendileri için geçerli sayıldı. Batılı zihniyet, kendi halkı için insan hakları savunucusu ve demokrasi havarisi kesilirken, “öteki” olarak gördüğü insanlara karşı katliamlarını devam ettirdi ve savaş kışkırtıcılığı yaparak bu hakları kendilerine birer hak, ötekiler için lüks olarak kabul etti.

Ne yazık ki Batı’nın bu anlayışı değişmeden devam etmektedir.

Yıllardır Filistin’de yaşananlar ortadadır ve dünyanın gözü önünde bir trajedi yaşanmaktadır. Kurşunlara, tanklara ve misket bombalarına karşı sapan taşı ile savunma yapılırken, insan haklarından bahsedilmemesinin sebebi nedir?

Bosna-Hersek’te iki yüz elli bin masum sivil kadın, çocuk demeden katledilirken “İnsan hakları” nerede idi ve bu beyannamenin hükümleri ne işe yarıyordu? Çeçenistan’da, Keşmir’de, Moro’da, Eritre’de, Uygur’da kan akıtılırken, Irak’ta çocuklar açlıktan ve hastalıktan kırılırken, Afrika’da insanlar açlıktan birbirlerini yerken, kavimler bir lokma ekmek için yurtlarını terk edip toplu göçler yaşanırken, insanı insanlığından utandırmaktadır. Ancak İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni imzalayan ve bu durumlar karşısında lâl kesilenlerde utanacak yüz yok ki!

Çünkü akan kan ötekininse, açlıktan ve hastalıktan kırılanlar kendileri değilse ne önemi var? Buzullara sıkışan bir balina için milyonlarca dolar harcayan bu sefihler, insanlara karşı neden bu kadar vurdumduymaz oluyorlar?

Sebep şudur: İnsan derken sadece kendilerini, insan hakları derken de sadece kendi haklarını kastetmektedirler.

Bu da Batı’nın İnsan hakları karşısında ikiyüzlülüğünün, çifte standardının ve samimiyetsizliğinin apaçık bir göstergesidir.

İnsanın değerini anlamak ve insana insanca değer verebilmek için insanın Ahsen-i takvim (en güzel şekilde) olarak yaratılmış ve eşref-i mahlûkattan (yaratılmışların en şereflilerinden) payesine ermiş olduğunu benimsemiş olmak gerekir. Ancak İnsanın bu değerinin farkına varmayanlar ve insana insanca muamele etmeyenler, kendilerinden olmayanı insan saymayanlar Esfel-i safilin (alçakların en alçağı) derekesine itilmişlerdir.