Sırtını her an yıkılacak gibi duran, dışardan barakaya benzeyen babadan kalma evin duvarına dayamış, kim bilir neler düşünüyor Güzel Dede? Kasketi alnındaki o acı dolu yılların yorgun izlerini ve gözlerindeki az da olsa o ışıltıyı gizliyordu. Oturduğu yerde eline bir çubuk almış, gözlerini bıraktığı yere bir şeyler çiziyor; bozuyor, tekrar çiziyordu. Okuryazar değildi. Çocukluğunda okul yokmuş; askerde öğrenmek istemiş ama harp meydanında ancak kendi adını, bir de sevdiği kızın adını öğrenebilmiş İstanbullu Ahmet Çavuştan. Kendi köyünde sadece muhtar bilirmiş okuma yazmayı. Muhtar da zamanında ilçe jandarma karakolunda tüm köy muhtarları için zorunlu okuma yazma kursları verilirmiş de, ordan öğrenmiş. Bu yüzden otuz yıldır köyün muhtarlığını hep aynı kişi yaparmış.
Güzel Dede, çok eskilere gidip askerde adını yazmayı öğrendiği, bir zamanlar yanıp tutuştuğu, kahve gözlerine vurulduğu, bir türlü kavuşamadığı, yıllardır içinde bir yerlerde büyüterek sakladığı komşu kızı Fatma’yı mı düşünüyor acaba? Yoksa, harp meydanında çatışma sırasında iki kelime de olsa okuma yazmayı kendisinden öğrendiği Ahmet Çavuş’un, “Oy anam!” deyip gözleri yaşlı, kanlar içinde yere yığılışını ve onunla birlikte, dört yılını beraber harp meydanlarında geçirdiği onca arkadaşının şehit düştüğü anları mı? Hele içlerinde biri vardı ki; evin tek oğluydu ve teskereyi almaya üç günü kalmıştı ki şehit olmuştu.

Güzel Dede günlerinin çoğunu böyle düşünmekle geçirir, akşam olup güneş oradan uzaklaşınca içeri geçer; üşümüş çırasını yakar, bazen çırayı yakmaz, karanlıkta oturur; oturduğu yerde de uyuyakalırdı. Ne üstünü örtecek biri, ne de sıcak bir tas çorba pişirecek birisi vardı. Yalnız ve yorgundu artık. Bir zamanlar umut dolu bakan gözleri, şimdi umudu dalda kuru bir yaprak misaliydi. İki yıl önce kaybetmişti; kırk yılını verdiği, acısında, sevincinde hep yanında olan, evin hanımı Zühre Nine’yi. Zühre Nine geçirdiği bir hastalık sonucu rahmi alınmış, daha genç kızken anne olma umudunu yitirmiş bahtsız bir kadındı. “Allah her ikisini de aynı anda birisine vermez” sözü sanki Zühre Nine için söylenmişti. Kendisi köyün ileri gelenlerinden Derviş Efendi’nin kızıydı. Sekiz kardeşten en küçüğüydü. Biraz delal büyütülmüştü ama yine de, diğerleri evli olduğu için evin tüm işleri onun sırtındaydı. Güzel Dede belki de onun bu çalışkanlığına hayran kalmıştı. Zühre Nine asildi, bir o kadar da güzeldi. Bulam elinin soğuk Zerban sularından içmiş, güneşin ilk ışıklarını yüzünde hissetmiş, her genç yürekte taht kurmuş, kimine göre erişilmez, kimine göre eşi benzeri olmayan, kimine göre de uğruna ölünecek kimseydi. Güzel Dede sevdi mi adam gibi seven, sevdiği uğruna canını verebilecek biriydi. Fatma’sı öldükten yıllar sonra, ancak sevebilmişti bir başkasını. İşte bu da Zühre’ydi. Tanrı Güzel Dede’nin yüzüne gülmüş olsa gerek, ikinci istetmesinde Derviş Efendi yola gelir, Zühre kızını Ali oğlu Güzel’e verir. İşte böyle başlar Zühre ile Güzel’in hikâyesi. Güzel, Zühre’nin anne olamayacağını bile bile istemişti onu. Fatması kadar Zühre’yi de çok sevmişti. Fatma’nın o kahve gözlerini Zühre’de buluyordu belki de. Olsun, anne baba olamayacaklardı belki de, ama komşu vilayetler bile onların aşkını konuşacaklardı yıllar sonra.
Güzel, askerdeyken Fatma’sı için yanıyor, günden güne adeta eriyordu. Dört yılını hasretle çeken Güzel, harp meydanından ayrılıp köy meydanına geldiğinde duyduğu ilk ses Fatma’nın düğününde çalan davul sesiydi. Tabi, Güzel bunu bilmiyordu. Sandı ki ahali duymuş da, kendisini davul eşliğinde karşılamaya geliyorlar. Yanılmıştı. Yıllardır hasretini çektiği, kendisine “Sayılı günler tez geçer, üzülme!” diyen Fatma’nın düğünü vardı o gün köy meydanında. Dört yıl, tam dört yıl. İki yıl sonra dönecek olan Güzel, tam dört yıl sonra dönmüştü köyüne. Harp uzayınca bizim Güzel’in askerliği de haliyle uzamıştı. Bu durumu askeri yetkililer telgrafla köy muhtarlığına bildirmişlerse de bir şekilde kendilerine ulaşamamıştı. Güzel, köyünün tek askerdeki genciydi. Vaktinde askerden dönmeyince herkes onun öldüğünü düşünmüştü. Herkes öldüğünü düşünürken, Fatma kız, en fazla bir yıl daha umudunu yitirmemişti. Üçüncü yılın sonunda, o da diğerleri gibi çaresiz kabullenmişti artık onun ölümünü. Daha sonra da, “Köy yerinde bir genç kız yirmisini geçmez” diyerek, karşı köye gelin verdiler. İsteksizdi Fatma, ancak çaresizdi. Yok diyemezdi. Çünkü o da biliyordu ki hiçbir genç kız yirmisine kadar baba evinde bekletilmezdi. Yirmisine daha yeni girmişti Fatma.
Güzel, köy meydanında kalabalığın olduğu yöne doğru heyecanla ilerledi. Bir düğün olduğunu halay çekenlerden anlayan Güzel, merakla gelinin olduğu yöne baktı. Nedendir bilinmez, içine doğmuş olsa gerek, gelinliğin içinden Fatma’sını görür. Emin olmak için gelinin etrafına baktığında anlar ki bu düğün Fatma’nın düğünüdür.
Güzel, köy meydanında; “Harp meydanından dönmez olaydım/ Bu sesi duymaz olaydım/ Fatma’mı gelin ediyorlar/ Bu anı görmez olaydım” diyerek, gözleri Fatma’ya kilitlenmiş, bir çuval gibi yığılır kalır oracıkta. Bir zaman sonra yığıldığı yerden güçlükle kalkıp baba ocağına yöneldi. Son kez dönüp kendisini fark etmeyen kalabalıklar arasından Fatma’sına baktı ve bu, onun Fatma’yı son görüşüydü. Çünkü, altı ay sonra amansız bir hastalığa yakalanan Fatma, bir sonbahar günü, sabaha karşı ruhunu teslim eder. Herkes veremden öldü der onun için. Güzel’in ölmediğini duyan Fatma, fazla dayanamamış, günden güne solmuş, bir yaprak gibi düşüvermişti toprağın koynuna. Yıllar sonra verdiği sözü tutmayıp kendisini yalnız bırakıp giden Fatma’sını ziyarete gider mezarının başında. “Böyle mi olacaktı sonumuz?/ Kara topraklar mı saracaktı seni?/ Bil ki Fatmam unutamam seni/ Padişah kızını verseler de.” diyerek gözyaşlarını döker. Hüngür hüngür ağlayan Güzel, ilk defa bu kadar çok ağlıyordu. Fatma’nın gelin olduğu gün bile bu kadar çok ağlamamıştı. Biliyordu ki yok artık O. Gelmeyecekti bir daha. Bu kocamış köhne dünyada yalnızdı artık. Her yıl herkes Fatma’yı ölüm yıldönümünde ziyarete giderken, kendisi Fatma’nın gelin olduğu o gün ziyaretine giderdi. Çünkü o gün kaybetmişti Fatma’sını. Aradan yıllar geçip Güzel evlendiyse de unutamadı Fatma’yı. Zühre, olan biten her şeyin farkındaydı. Bu sevdaya saygı duyar, her yıl Güzel’den Fatma’yı mezarında ziyaret etmesini ister, giderken de bir gül götürmesini söylerdi.

Zühre, böyle asil, yüreği yiğit bir kadındı. Hiçbir gün bu konuda sorgulamadı Güzel’i. Güzel ise Zühre’nin bu asil davranışı karşısında mahçup olsa gerek, Fatma’yı ziyaretten döndükten sonra aynısından bir gülü de Zühre’nin uyurken yanıbaşına bırakırdı.
Evet, yıllar böyle geçti. Bir yürekte iki yar, iki güzel kadın taşıyordu Güzel Dede. İkisi de birbirinden üstün değildi onun gözünde. Hep eşit davranırdı. Çünkü ikisini de çok sevmişti.
Her sabah aynı yerde oturan Güzel Dede’ye köyün gençleri gelip geçerken selam verir, ancak selamını almadan yollarına devam ederlerdi. Güzel Dede biraz sitem etse de bu duruma alışmıştı. Köyün en yaşlısı ve kalmış tek gazisiydi. Çocuklar çok severdi onu. O da çocukları. Çünkü tadamamıştı evlat sahibi olmanın duygusunu. “Nasıl bir şeydi acaba insanın baba olması?” diye iç geçirirdi çocukları her gördüğünde. Çevresinden kendisine “bir daha evlen” diye baskılar vardı. Ancak o, Zühre’ye bunu yapamazdı. Onu kıramazdı. Zühre, yiğit olduğu kadar, bir o kadar da kırılgan, hassas bir yüreğe sahipti. Güzel Dede söylenen tüm sözlere aldırış etmedi. Kendisine de bu yakışırdı zaten.
Akşamları odasına çekilir, ayışığında iki yıl önce yitirdiği Zühre’sinin yüzünü görür, dalardı sabahın ilk ışıklarına kadar onu seyretmeye. Komşusu Rıza Efendi Alamanya’ya oğlunu ziyareti dönüşünde, Güzel Dede’yi unutmamış, kendisine bir plak almıştı. Güzel Dede buna sevinmiş, her akşam defalarca aynı plağı takar, plakla birlikte mırıldanırdı: “Akşam olur karanlığa kalırsın/ Derin derin sevdalara dalarsın/ Oy gelin gelin/ Sevdalı gelin/Öldürdün beni”
Bir sonbahar sabahı; Fatma’sının göçtüğü ve Zühre’sini yitirdiği bir sonbahar sabahıydı. Her sabah oturduğu yerde yoktu Güzel Dede. Düşünmüyordu artık hiçbir şeyi. O artık Fatma’sının ve Zühre’sinin yanındaydı. Nasıl öldüğünü kimseler bilmedi. Kimseler duymadan, sessizce ve yalnız öldü. İkindiye doğru fark ettiler komşular. Eve girdiklerinde tebessüm ediyordu. Kim bilir belki Fatma’ya, belki Zühre’ye tebessümdü bu. Kim bilir belki de ölümeydi.
Mezarını Fatma ve Zühre’nin mezarını görecek şekilde kazdılar. Artık onun bir eli Fatma’nın elinde, bir eli de Zühre’nin elindeydi. Onlara da bu yakışırdı zaten. Böyle bir sevda sonsuza dek ayrılığı hak etmiyordu.
Köylüler; genci yaşlısı, kadını erkeği, çoluğu çocuğuyla uğurlamaya gelmişlerdi Onu. Herkes ağlıyordu. Belki Güzel Dede böyle bir son hak etmedi diye ağlıyorlardı. Kim bilir, belki de böyle bir sevda yaşamadıkları için kendilerine ağlıyorlardı. Kalabalığı oluşturan herkes ağlarken, sanki Güzel Dede’nin kanatlanan ruhunu duyar gibiydi: “Neler çektim, neler gördüm/ Dert üstüne dertler ördüm/ Gam tasa hep çektim durdum/ Yalan oldu benim ömrüm/ Veran oldu benim ömrüm”.

Editör: Adıyaman Haber