Bazen her şey rutin halinde gidiyor sanırsın ama bir bakarsın ki iki farklı kutbun ta öbür köşesine düşmüşsün. İki haftadır ülkemizde böylesine bir kutuplaşma var. Uç noktalarda yer alan her iki taraf da, ortada duran ve derdi sadece “çevre”, “yeşil” veya “yaşam biçimi” olan insanları önemsemiyor. Hatta yine ortalarda durup, hükümetin uygulamalarını desteklemeyen veya üslubunu beğenmeyenlerin sözleri de güme gidiyor.
Her hal ve şartta sağlıklı değerlendirme yapmak doğrusu pek kolay değil. Yoğun şekilde gündemin değiştiği ülkemizde, bir konunun günlerce, haftalarca kalması da yadırganmaya başlıyor. Bir süre sonra her iki tarafta da bir bıkkınlık gözlenirken, asıl ayrışma da işte o zaman başlıyor. Zaten yeterince ayrışmış, yeterince hep öteki insanların olduğu bir ülkede, yeni bir kutuplaşma, bizleri bir birimizden daha çok uzaklaştırmaya yarayacaktır.
Bazen o kadar fikrine güvendiğiniz, dostluğuna inandığınız, her daim yanınızda olan insanların bile sırf Gezi Parkı nedeniyle sizle “gezmemesine” neden olabiliyor.
İdeoloji eskide kaldı” diyenlere inat, her şeyin önüne ideoloji koyanların, fikirlerinin olmaması da cabası. Fikirsiz ideoloji, tatsız tuzsuz yemeğe benzer…
Ne yediğinizden bir şey anlayabilirsiniz, ne de o tadı anlatmak için iştah duyarsınız.
Gelin bir kez daha hafızamızı tazeleyelim. Uzun bir zaman olmadı ama hafıza tazelemekte her zaman fayda var.
***
Taksim Gezi Park’ta uzun süredir yapımı düşünülen bir çalışma var. Bunu seçim vaadi olarak verenlerin, yeni bir seçime gitme zamanı bile geldi. Yani birden bire ortaya çıkmış bir şey değildi. İstanbulluların, özellikle de Taksim çevresinde yaşayanların, oralara takılanların haberdar olduğu bir projeydi. Hatta sadece iktidar partisine mensup meclis üyeleri değil, CHP’ye mensup üyelerde projeye “heyecanlanarak” oy vermişti.
Müteahhit firmanın işi birkaç ağaç taşımaya dayandığında bir tepki oldu. Belki de bu doğal bir tepkiydi ve zaten tepki de doğanın korunmasına dönüktü. Çok masum ve çok sivil bir tepkiydi. İnsanlar parkta, ağacını bekliyordu, parkını korumaya çalışıyordu.
İstanbul Belediye Başkanı, çevrecilerle konuşmak yerine, polis göndermeyi tercih etti. En büyük yanlış da buradaydı zaten. Her şeyi “güçle” çözeceğini sanmak, baştan kaybetmeyi göze almaktır.
Sıradan, senin, benim gibi olan bu insanlara güç kullanıldı, gaz bombası atıldı, tazyikli su sıkıldı.
Sonra iş sokaklara taşındı…
Ama bu defa sıradan, senin, benim gibi insanlar yoktu. Sokak eylemlerinde başarılıydılar, yakıp, yıkmakta uzmanlardı. Sosyal medyayı polis tazyikli su sıkarken bile kullanacak kadar süper güçlerle donatılmışlardı. Üç beş ağacı korumaya çalışanlara inat, şehrin altını üstüne getirdiler. Çevre gibi bir dertleri olmadığı, yaptıkları talanla da, köprüden aşağı düşen çocuk ve polisle de anlaşıldı.
Her toplumsal olayda olduğu gibi bunda da “nemalanan” örgütler, çok çabuk toparlanmıştı.
Ama başbakanın tabiriyle de “üç ay önceden istihbarat” alınmıştı. İşte burada biraz kafa karışıyor. Madem üç ay önce istihbarat aldınız, ne diye Gezi Parkında polisin şiddet uygulamasına göz yumdunuz?
Ve yine madem derdiniz Gezi Parkındaki üç beş ağacı korumaktı, o zaman ne diye karanlık odakların aranıza girmesine razı oldunuz?
İşte iki farklı kutbun cevap veremediği iki soru böyle…
Hele hele işin içinde daha önce darbelere zemin hazırlayan taşeron örgütlerin olması da cabasıydı. En ilginci ise işin sonuna yaklaştığımızda geldi. Üç beş ağacı koruma derdi olmayanların, ülkenin büyümesinin kendilerini gerdiği anlaşıldı. Bunlara göre üçüncü köprü yapılmamalıydı, Kanal İstanbul başlamamalıydı, üçüncü Havalimanı askıya alınmalıydı.
Bir de “yaşam biçimi” vardı ama aynı kişilerin bir diğerinin yaşam biçimiyle sorunlu olması da sorunu anlamamızı güçlendiriyordu. Yaşam biçimine karışılmamasını isteyenler, öncelikle başkalarının yaşam biçimine saygılı olmalılar. Bunu da başkalarının piyonu olarak yapmaya çalışmazlar. Bir başka deyişle önce kendileri özgür olur, özgür düşünür, özgür yaşar. Zaten, kafanız özgür değilse dünyada tek de kalsanız, esiri olacağınız bir efendi bulursunuz.
Madem özgürlük istiyorsunuz, neden “tencere tava” çalarak “biz buradayız, hadi gel” diye darbeci askere çağrı yapan mesajı her köşeye yaymaya çalışıyorsunuz?
Yaşam biçiminize karışılmasını istemiyorken, insanların yaşama şansını elinden alacak eylemlere ve rejim değişikliklerine kalkışıyorsunuz?
Kutbun her iki uç noktasında olanlar da bir şeyi kabullenmeli…
Hükümet, ilk gün yanlış yaptı veya yanlış bir uygulamanın durması için doğru adım atmadı ama ilk günden sonra sokaklara düşüp, terör estirenlerin de yeşil, çevre, yaşam biçimi, demokrasi gibi bir derdinin olmadığıdır.
Gerisi eyleme veya karşı çıkışa haklılık kazandırmak için uydurulan teferruattır. Kötü olansa bu teferruat, bizi ayrışmaya götürecek kadar tatsızlaşmaya başlamıştır.
O nedenle iki tarafın inadı da gereksizdir. Tatlıya bağlanan her eylem, tarafları küçültmez, büyütür!
 
Tweet’imden seçmeler
Devletçiliği sevmem, düşünce yapıma uymuyor. Ama ilginçtir, özgürlük adına sokaklara düşenler, bu ülke insanını gittikçe devletleştiriyor!