Kainatın döngüsü içinde toprak denince hepimizin anladığı mana akla geleceği gibi topraktan yaratılmış tenimizi de anımsayabiliriz sanırım. Toprak misali beşeriyetimize ekilen idrak tohumları da bu yönüyle baktığımızda göze göze kaynayan ilim suyuna muhtaç. Tabi kitopraktan, tohumdan,sudan ve ekinden anlayan bir bahçıvan da olmazsa olmazımız.

Bu şekilde filizlenip göğe doğru akan ve dembedem ulviyet semasına yaklaşan ağaçlar, zamanında ve yeterince sulanmazsa veya haşerattan arındırılmazsa kök salıp derinleşemez. Üstelik bir ağacın bakımı diğeriyle aynı olmadığı için her biri de kendine özel bir ilgi istiyor. Bunlar hiç yapılmaz ve eksik bırakılırsa da, kök salamayan bu ağaçlar ya imtihan rüzgarlarıyla devrilip gider ya da cehaletin kuraklığında susuzluktan heder olurlar.

Aynı şekilde işten anlayan ehil ellerde boy veren ve kökleri beşeriyet toprağına sarıldıkça müstakim hale gelebilen ağaçlar, zamanı geldikçe meyve vermeye başlarlar. Nitekim kişinin yaptıklarının veya gerisinde bıraktığı izlerin tek tek yazılmasının ve kayıt altına alınmasının bir sebebi de sanırım ondan geriye kalan böylesi hikmet ve tebliğ meyveleri olsa gerek.

Oysa sonraki nesillere manevi rızık vesileleri bırakabilen naim ve nasipli kullardan olmak kadar, arkasında Ebu Cehiller bırakanlardan olmak tehlikesi de bakidir maazallah.

Naimlik ve Ebu Cehil’lik,insan doğmak ile insan kalmak arasındaki o incecik çizgide gidip gelirken; ‘ademlikten adamlığa doğru’ yeni bir tefekkür sofrası açalım;

Hepinizin malumudur!

Küresel ölçekte inşa edilen, hepsi birbirinin neredeyse kopyasından öteye geçemeyen insan türü insan altı bir varlığa dönüşüyor hem de baş döndürücü bir hızla.

Allah’ın “en güzel surette yarattım” dediği insan; düşünme melekelerini yitirmiş bir halde, nefsinin imamlığında öyle bir hale geldi ki; hız, haz ve ayartının kölesi olmayı artık özgürlük sanıyor! Bu kölelik türü ise, “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur!” ilahi emrine karşı dururcasına huzur ve dinginliği film, müzik, spor, finans, medya, sanal medya endüstrisinin zihni körleştiren, beyni felçleştiren ve ruhu çölleştiren pornografisine kaçmakta buluyor!

Bu manzara içinde de -özellikle son yıllarda- gençlerimiz arasında yayılan “deizm” denen bir akıma ve bu akımla ilgili bir yığın habere, araştırmaya, görüş ve düşünceye rastlıyoruz. Hatta bir tık öteye gidip bu yayılışın özellikle İmam hatip Liselerinde yaygınlaştığını öne sürenler bile var.

Bu konuda derinlemesine bir araştırma yaptığınızda bunun öylesine ortaya atılmış bir iddia olmadığını anlıyorsunuz. Zira benim araştırdığım kadarıyla bu akım; din karşıtı bir düşünce olarak, yaşanmayan ama verilmeye çalışılan yoğun dini eğitime karşı geliştirilen bir refleks.

Din yorgunu(!) gençliğin kapıldığı felsefi bir akım da diyebiliriz sanırım. Yani sevdirememizin, müjdeleyici olamayışımızın, kucaklayamamamızın ve en önemlisi de örnek olamayışımızın karşılığında ektiğimizi biçtiğimizin en bariz örneği.

Adına “deizm” denen bu akımı araştırmayı biraz daha derinleştirdiğinizde ise, aslında bu konuyu çok da takmadığımız çıkıyor ortaya. Toplumun belli bir kesiminin dillendirmesiyle alevleniyor, sonra da saman alevi misali sönüp gidiyor, ama içten içe yanarak maalesef.

“Deizmin yayıldığı falan yok böyle bir propaganda var sadece” diyen de var, “Deistler, deizmin yayılması için bu iddiayı pohpohluyor” diyen de. Birileri, “bu muhafazakâr din algısı gençleri deizme kaydırıyor” diyerek geleneksel din algısını sorgulamaya çalışıyor; bir başkası, “haz kültürü ve dünyevileşme gençleri deizme yöneltiyor” diyor; daha bir başkası “değerlerimizi kaybettik, gençlere örnek olamıyoruz, gençler örneksiz kalınca da deizme kayıyor” diyor.

Ama kanımca en ilginci “Deizmin yayıldığı falan yok. Dinci kurumlar dinsel eğitimin dozajını artırmak için “deizm” adı altında bir öcüyü piyasaya sürüp yeterli dini eğitim verilemiyor diyerek dini eğitimin yayılması için baskı yapıyorlar” türünden ortaya atılanı.

Evet, yabancı makaleler de dahil günler süren araştırmadan dimağımda kalanlar bunlar. Yani, herkes kendi penceresinden bakıyor, yorumluyor ama hepsi de “tehlikeli” bir durumdan söz ediyor.

Peki nedir bu “tehlikeli” durum?

Sanırım bu soruya geçmeden önce “deizm” denen kavramın tanımını sağlıklı bir şekilde yapmak gerekiyor!

“Deizm” dediğimiz şey, tüm evrenin gerisinde hareket veren bir güç olduğuna inanan felsefi bir akım. Tıpkı materyalizm gibi.

Ama pek çok çeşidi var. Sanırım ne kadar deist varsa, o kadar deizm çeşidi var da diyebiliriz.

Peki, bu felsefenin ortak bir düşüncesi yok mu? Elbette var.

Bu akımda tek bir Tanrı inancı var ama bu Tanrı insanların ilişkilerine karışmıyor. Sadece ilk hareketi veriyor. Dolayısıyla bir elçi göndermesi, kut­sal kitap göndermesi, yasaklar koyması söz konusu değil.

Yani ‘deizm’ denilen “tehlike”, İslam'ın pek çok değerini reddediyor. Kitabı, peygamberi, ölümden sonra dirilmeyi, cenneti, cehennemi, meleği reddediyor. Sadece birini kabul ediyor. O da Allah'ın varlığı. Geri kalan esasların tamamını inkâr ediyor.

Bu akım aklı esas alıyor ve insan akıl yoluyla iyiyi, kötüyü ayırt edebileceğinden “peygamberlere, kutsal kitaplara gerek yoktur” diyor. İnsan, ahlaki kurallara uymakla mükelleftir ve bu kuralları da aklıyla yaşayarak, öğrenerek keşfedebilir diye ekliyor. Yetinmeyip, ölümden ötesi yoktur ve insan iyiliğinin de kötülüğünün de karşılığını bu dünyada alır, esas olan iyi insan olmaktır, günah veya sevap, helal veya haram yerine iyilik ve kötülük vardır diye üç dört tık ileri gidiyor.

Öncelikle şunu ifade etmem gerekir.

İslam’ın Güncellenmesi” tartışmalarında da görüldüğü gibi günümüz gerçekliğinin gereği gibi okunamamasından kaynaklanan temel bir sorun var karşımızda. Sesi fazla çıkan kesimler, günümüz gerçekliğini ıskalayanlar ve değişim ihtiyacını kavrayamayanlar, hemen basit bir suçlama ile “gençler elden gidiyor, deist oluyorlar” diye yaygarayı basıyorlar. “Neden” sorusunu sorduğunuzda ise her bir kafadan ayrı bir ses çıkıyor.

Durumu irdeleğinizde en önemli sorunun aslında “değişime” kapalı olma ve bunun yanısıra “örnek model bulamama”dan kaynaklı olduğunu görebiliyorsunuz.

Bu durumda gençleri “deist” olmakla tenkit edenlerin veya gidişatta bir tehlike olduğunu var sayanların öncelikle kendilerinin durdukları yere, içinde oldukları çevreye, o çevrenin trendlerine bakmaları gerekiyor. Yani aslında sorun tasavvur sorunu.

Niye?

Bu sorunun cevabına yöneldiğinizde konunun sadece bir kuşak çatışması değil, aynı zamanda bir zihniyet ve fikir çatışması olduğunu görüyorsunuz.

Nasıl bir çatışma?

Farsça bir kelime olan ve bizdeki kelime anlamı “hazine” olan genç; doğası gereği tepkisel ve aceleci, mantığından çok duygusuyla hareket eden bir varlık.  Hele aldığı eğitim akletme, sorgulama merkezli değil, ezberci, taklit merkezli ve içinde yaşadığı çevre tasavvuru da daha çok duyguların yönlendirmesi sonucu oluşmuşsa, bu durumdaki bir varlığın önünde “itaat” veya “isyan”dan başka bir seçenek de kalmıyor.

Yani konu “isyan” sorunu.

Peki kime ve neye isyan?

Bu soru bana “eşyanın doğasındaki dinamiklik ve değişimin kavranamaması” cevabını veriyor. Zira Eflatun’un iddia ettiği gibi eşya ve hayat sabit değildir. Bizim geleneksel din, dil ve hayat algımızın bu Eflatuncu ve Aristocu mantıkla şekillenmiş olması bu değişimi bir şekilde yaşadığımız halde görmemizi engelliyor ve bizi değişim karşısında aciz bir durumda bırakıyor.

Yani en önemli nedenlerden biri müslümanlar olarak son iki asrın bütün değişimlerine hazırlıksız yakalandığımız gibi, hız çağının getirdiği dijital dünya çağına da hazırlıksız yakalanmış olmamız.

Genelde tüm dünya müslümanları, özelde ise Türkiyeli müslümanlar olarak bu konuyla ilgili iki temel sorun ile karşı karşıyayız:

Birincisi; batılı bir paradigma (değerler dizisi) ile düşünerek yeryüzüne ve yeryüzündeki her şeyin bizim için yaratıldığını, onların sahibinin insan olduğunu, onu elde etmek için her yolu kullanabileceğimizi, elde edince de onu sınırsızca tüketebileceğimizi söyleyen; böylelikle insanı sorumsuzlaştıran ve alabildiğine yücelten, yani merkezinde insanın bulunduğu seküler (dünyevi) bir zihne sahip olmamız.

İkincisi; zamanın, eşyanın, düşünce ve fikirlerin durağan, hakikatin geçmişte bir yerde sabit olduğu, değişmediği, değişmeyeceği, kişinin her dönemde bu sabiteye göre kodlanması gerektiğini söyleyen bir hafızaya ve din tasavvuruna sahip olmamız.

Yani, batılı gibi yaşarken atamız dedemiz gibi düşünüyor; çocuklarımızı / gençlerimizi onların zihniyle yetiştirmek istiyoruz. Eylemlerimiz söylemlerimizi yalanladığı için de, gençler itaat yerine “isyan” yolunu seçiyor.

Biz ise itaat edeni alkışlıyor, mevki ve makamları onlara sunuyor, isyan edenlere ise ‘dinden çıkmış’ muamelesi yapıyoruz. Oysa bu gençler bizim maskeli hayatımızdan, riyakâr tutumumuzdan kaçıyorlar. Ya bizim yapmaya çalıştığımız ancak sahip olduğumuz din dili ile maskelemeye çalıştığımız hayatı apaçık ve sonuna kadar yaşamak istiyorlar, ya da bizim bu riyakâr hayatımıza isyan ederek kendi yollarını bulmaya çalışıyorlar.

Konuyu biraz daha açmaya çalışarak bir parça empati kuralım ve kendimizi onların yerine koyarak, dünyaya bu satırlarla olsun onların gözünden bakmaya çalışalım;

Kendi sahasının dışında hiçbir şey bilmemeyi meziyet zanneden akademisyenlerimiz, bir sonraki sınavdan kaç alacağının endişesi içinde ömrünün en güzel yıllarını hebâ ettiği için hayatın kendisinden bîhaber ömrünün ortasına gelen öğrencilerimiz, nasılsa matematik öğreteceği için bilmeye ihtiyaç hissetmediği dîvân şiirinin üç büyük ismini peş peşe sıralayabilmekten mahrum öğretmenlerimiz yok mu? Var!

İlkokul yılları boyunca ödev yapmaktan oyun oynamaya fırsat bulamayan evlâdlarımız, ortaokul ve lise seviyesine geldikçe adı her geçen gün değişip, sayıları sürekli artan o meş'um sınavlarda bir soru daha fazla yapabilmek için biteviye test çözmekten, açıp birkaç kitap okumaya fırsat bulabiliyorlar mı? Hayır!

Bu anlamsız ve bütün bir çocukluğa kast eden maratonun akabinde bir üniversite kazanılıyor, orada başarılı olabilmek için öncekinden çok daha fazla çalışmak gerekiyor ve iş bulmaya yaramayacak bir diploma uğruna, cânım gençlik yılları heder ediliyor mu? Evet!

Âşık olduğu kıza okumak için lâzım olan şiirden fazlasını bilmeyen tarihçi, sınavı geçmek için gerekenin ötesinde tarih bilgisi olmayan doktor, dini kültür, ahlâkı bilgi zanneden ve onları da kopya kâğıtlarıyla mâziye gömen mühendis, şartlar icap etmedikçe mâzisini merak etmeyen bürokrat, okuma yazma bilmeyen çobanların gözyaşlı ibadetlerinin aşk ve zevkinden mahrum ilahiyatçı, Google'dan aparılan mâlûmatla başımızdan aşağı ukalâlık boca eden aydın, hülasa medeniyetimizin estetik, zarafet ve muhabbetinden zerre nasibi olmayan bizden habersiz bir dolu “biz” yetişmiyor mu sizce de?

Kitabı televizyonla, misafirliği AVM gezmesiyle, sohbeti akıllı telefonlarla, bilgiyi mâlûmatla, kültürü zevzeklikle, insan olmayı meslek sahibi olmakla takas ettiğimiz günden beri, bu günah bizim mi, onların mı?

Haddini aşmak olarak okumazsanız bir iki tık daha öteye gidelim!

Orta ve/veya yüksek gelir seviyesine sahip muhafazakâr iş adamları, asgari ev kiralarının asgari ücretten fazla olduğu bir dönemde çalışanlarını asgari ücretle çalıştırıyor mu? Evet!

Kendi çocuklarının sıradan bir ihtiyacı için asgari ücretliye verdiğinin onlarca katını harcıyor mu? Evet!

Çocuklarının düğünlerine milyonları harcadığını; evinin şatafattan geçilmediğini, ihaleler için muktedirlerin önünde şekilden şekle girdiğini, her tarafından kibir fışkırdığını, buna rağmen takvadan, bir lokma bir hırkadan, sadakatten, ihlastan, cennetten, cehennemden söz ettiğini görüyor mu bu gençlerimiz? Evet!

Münafık kavramını duyunca sağa sola bakınan ve parmağıyla karşısındakini işaret edenler,

“Ayet bizden bahsetmiyor” diye arkalarına bakanlar…

Yoksulla, düşkünle aynı mahallede olmamak için semt değiştirenler…

Kredi kartına 12 ay taksitle(!) Umre ziyareti yapanlar,

Yanı başından komşusu aç, akrabası sefil iken her yıl “özlüyorum” bahanesi ile umre yapanlar,

Eşitlik ritüelinden (tavaf) çıkar çıkmaz Mekke’deki kral dairelerinde konaklayanlar…

İki saatlik mesafedeki Sudan açlıktan ölürken Kabe’ye (Velid bin Muğire gibi) 120 kilo altın işlemeli örtü asanlar…

Villalara, saray yavrusu evlere taşınıp kendilerine halktan ayrı muamele isteyenler…

Yanında 20 yıldır çalışan işçisi hala kirada otururken kendisi katlar, yatlar, apartmanlar sahibi olanlar…

Asgari ücretin kaç lira olduğunu bile bilmeyen “Allah’ın velileri!”

Kur’an bilgisine sahip olmayı zenginleşme, sınıflaşma, hiyerarşi ve hegemonya aracı haline getirerek “din mesleği” icra edenler…

Halkla aynı şeye muhatap olmayı, onların oturduğu yerde oturmayı, onların yediğini yemeyi, giydiğini giymeyi kibirlerine yediremeyenler…

Kur’an’ın “ıcığını cıcığını” çıkardığı yani tartışılmadık hiçbir konusunu bırakmadığı halde iş “mülk” ve “infak” konularına gelince “gözleriyle devirecek gibi bakanlar” …

Rabbin kelamı ile uğraşmak kendisine imtiyaz, kariyer, rütbe, titr, makam, mal, para, iktidar, hiyerarşi, cemaat, vakıf getirdiği halde, bir türlü halka dönme; onların sorunlarını dillendirme, sokaktaki yangını görme, kum tepelerinden inip kumlara karışma, paylaşma, bölüşme, kardeşlik, sevgi ve merhamet konularını gündeme getirmeyenler…

Ruhsuz, huşusuz ve heyecansız kuru kuruya yatıp kalkanlar,

“Allah’ın seçkin kulu” kasınmasıyla korunaklı evlerde oturanlar, korumalarla dolaşanlar, ellerini öptürenler, eteklerini yalatanlar, cahil ve fakat samimi dindarları kendilerine kıyam, kıraat, ruku ve hatta secde ettirenler…

Yani bütün o dini “zengin eğlencesi” haline getirenler içinde siz genç olsanız hangisini tercih ederdiniz?

Kabul edelim ne olur!

Sayfalar dolusu yazabileceğim bu tespitler içinde; artık günün gerçekliği ile örtüşmeyen fikirlerimizi, İslam’ın temel ilke ve kurallarına ters düşen ve bugüne ait bir şey söylemeyen İslam algımızı, geleneksel İslami zihne sahip bir batılı olduğumuzu veya batılı zihne sahip bir müslüman olduğumuzu örtmek istiyoruz ama gençler “kral çıplak” dedikleri için kızıyoruz.

Gençler “deizm”e yöneliyorsa, devlet kurumlarıyla, cemaatleriyle, akademisyenleriyle, din adamlarıyla, kanaat önderleriyle, sanatçıları, yazarları, çizerleri, iş adamı, siyasetçisi, yöneticisi ile hepimiz hep birlikte deizm yollarını biz açıyoruz onlara.

Gençler, bizim gizliden gizliye yaptıklarımızı, üstü örtük bir şekilde yaşadıklarımızı, alenen konuşuyorlar, göstere göstere yaşıyorlar hepsi bu.

Kırmızı ışıkta geçen araç sürücüsünün, çok kazanma hırsına yaptığı inşaattan demir ve çimento çalabilen müteahhidin, mal satabilmek için türlü yeminler ve yalanlar üretebilen esnafın, çay içmek isteyen müşterilerine boya katarak çayını renklendiren çaycının, sokak ortasında kalabalıklar içerisinde dahi ağzının dolusu cadde ortasına tükürebilen insanların, yapılan maçlarda şike iddialarına bulaşan futbolcu ve hakemlerin, reyting uğruna insan onurunu hiçe sayarak yalan haber yapabilen gazetecilerin, müşterisinden daha fazla para almak için kısa yol yerine uzun yolu tercih eden taksicinin, organik olmadığı halde insanların doğallık duygularını suistimal ederek piyasanın üç katı fiyatına domates satabilen pazarcı ve manavın, kadavradaki altın dişi sökerek rant elde etmeyi düşünebilecek kadar ruhsuzlaşmış mezar hırsızlarının, ebeveynlerinin servetine konabilmek için gözünü kırpmadan onları kesebilen çocukların olduğu bir toplumda siz genç olsanız ne yaparsınız?

Bizim en büyük yanlışımız, ailede başlaması gereken değerler eğitimini sadece başka kurumlardan bekliyor olmamızdır.

Ötesi sadece lafazanlık!

Bu yanlışlara yokmuş gibi yapmaya devam edersek yanlışın bir parçası olacağız. Doğruyu söylemeden, doğruca eylemeden sadece ‘yanlış var’ diye bağırırsak vicdanımızı sahte bir teselliyle avutacağız. “Birileri artık bu yanlışları düzeltmeli” deyip kenara çekilirsek yükü omuzlamanın külfetinden eleştirmenin kolaycılığına kaçmış olacağız. 

Kendimi düzeltirsem yeryüzü bir yanlıştan kurtulacak” şuuru içinde emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak derdiyle yaşarsak, işte o zaman gerçekten bir şey yapmış olacak ve kimbilir belki o zaman gençlerimize yaşayan bir örnek olarak hem kendimizi hem de onları bu ateşten kurtaracağız!

Müebbet muhabbetle!