Ramazan ayıyla yalanın pek alakası olmaz, en azından ikisi bir arada hoş durmaz. Ama bazı yalanlar var ki, zekâ seviyesi çok yüksek, inandırıcılığı ve dinleyen herkesi etkilemesi açısından müthiş.

Çok daha önemlisi de bu tür yalanların sadece “gülmek” için söyleniyor olması.

Belki de ilk mizah kültürü “yalanla” başlar, kim bilir…

Büyüklerimiz anlatırdı, bizim memlekette “yalanıyla” meşhur birisi yaşardı. Ama söylediği yalanlar, ince bir zekâ ürünüydü.

Tıpkı Nasreddin Hoca’nın “Kazanın doğurduğuna inanıyorsun da, öldüğüne niye inanmıyorsun?” tarzında, bir başkasının çıkarı için kabullendiği yalana inanmasına, daha büyük yalanla ders verme gibiydi.

Elbette geçimini yalanlar üzerine kuranlar olduğu gibi, hayatını yalanlar üzerine kuranlar da -ne yazık ki- var.

Bir de şizofrenler var…

Zararsız olanlarından bahsediyorum, kendi hayal âleminde yaşayan ve uydurduğu yalanları gerçek sananlar…

Böylelerine siyasette çok rastlarız. -Siyaset yapanları demiyorum, zaten o meslekte yalandan çok ne var- Siyasetçileri tanıyarak/tanıdığını söyleyerek kazananlar.

Tanıdıkça kazanıyorlar.

Tanıdığını söylediğince kazanıyorlar.

Tanıma ve tanımama girdabında boğulmak istemeyenler de bu yalanı sürdürüp, kazancına kazanç katıyorlar.

Hatta ilin yöneticileri, kurum amirleri, STK mensupları ve siyasetçinin kendisi bile bu yalanı sürdürüyor, yeni yalana çanak tutuyor.

Böylece o yalancının bir anda bütün ileri gelenler tanıdığı oluyor…

Diyelim ilinize yeni bir vali geldi, yeni bir kurum amiri geldi, ilk iş “adının gücünü” kulağına üfletmek…

Bunun için yalancılığı hayat felsefesi haline getiren ve bunu bir kazanç kapısı, bir yaşam biçimi ve hayatı idame aracı haline dönüştüren kişi, kulağa üfletecekleri de etkilemeyi iyi bilir. Gerekirse besler, büyütür, sırtını sıvazlar, işi bitene kadar yapmadığı hokkabazlık kalmaz.

Onun küçüklerle işi olmaz ama onların karşısında da durmaz.

İktidar partisinin ilçe başkanı, il başkanı, milletvekili, bakanı, başbakanı, hatta cumhurbaşkanını tanıdığını söyleyenler ve bu “tanımadığı halde tanıdığına ikna ettiği” kartvizitiyle yaşayanlar, gittiği her yerde bu yalan itibarla kıymet görenler, hatta iyi makamlara bile gelenler…

Elimde büyümüştü kerata diye başlarlar, bütün tanıdıkları anlatmaya…

Elinde doğan da yoktur, büyüyen de yoktur elbet…

Hem doğsa da, büyüse de o kerata, artık o kerata değildir!

Böylelerine sadece siyasetçilerin çevresinde değil, herhangi bir kurumda da, kuruluşta da rastlayabilirsiniz…

Belki müdür, belki şef, belki memur, belki daha başka görevlerde olan birisinin neredeyse bütün siyasilerle tanışıklığı bir yana, her adımda o zata danışıp, öyle uygulamaya geçiyorlar.

Kim bilir belki de her konuşmasını bile bu önemli kişiye danışarak hazırlıyor ve sonra mikrofonların karşısına geçiyorlar…

Ama ne olursa olsun, “hayatını yalanlar üzerine kuranlar”, her yerde ve her devirde kendilerini çok iyi pazarlamayı bilmiş, bunun karşılığını da katbekat almışlardır.

İnsanlar onun yalan söylediğini bilse de, bütün ilişkilerinin yalan üzerine kurulduğundan adı gibi emin olsa da, şerrinden korkmaya başlar, bir şekilde “ya bütün bu yalanlardan sadece birisi ve sadece bu doğruysa” der.

Belki de yüzüne karşı “sen kocaman bir yalancısın” demeyi kendi kişiliğine yakıştıramaz ve susar.

Bu suskunluk, ne yazık ki onun yalanına prim vermekle kalmaz, yalanlarıyla kendisini sömürmesine de izin verir…

Çok ciddi yazı da yazmayalım, biraz espri katalım…

Mehmet efendi, bizim köyde yalanıyla meşhur bir zatmış ama onun yalancılığı, İbrahim efendi gelene kadarmış!

Köyde yapacak bir şey olmayınca herkes kahvede çay içer, köpüklü kahve yudumlar ve oyun oynarlarmış. Bir de tabii ki İbrahim efendinin yalanlarını dinler, “yok canım, bu kadar da olmaz ki..” der, sonra da “nasıl olacağını” İbrahim efendinin kıvrak anlatımıyla öğrenirlermiş.

Köylüler laflarken, Mehmet Efendi ufaktan ufağa yalana başlamış; Bizim tarlada bir kabak oldu, bir kabak oldu ki, görmek gerekir.

Köylüler şaşırmış, ne kadardı diye göstermesini istemişler. Konuşmasının iştahla dinlendiğini gören Mehmet Efendi, sağ kolunu açmış, sol kolunu da açmış, gerindikçe gerinmiş, “işte bu kadardı” demiş.

Mehmet efendiyi dinleyip, hiç sesini çıkarmayan İbrahim efendi; o da bir şey mi, ben geçen gün bir kazan aldım. Kalaylamak için kalaycıya verdim. Üç kalaycı kazana girdi, üçünün çekiç sesi de, bir diğerine gitmiyor.

Mehmet Efendi sinirlenmiş; Yok daha neler, bu kadar da yalan olmaz ki…

İbrahim Efendi durur mu, yapıştırmış cevabı; Senin tarlada yetişen o kabak, başka hangi kazanda pişer Mehmet Efendi!

***

Yalan söylemek hoş değil, bunu çıkara bağlamak çok daha kötü.

Gözümüzün içine baka baka söylenen yalanlara inanıyormuş gibi davranmaktan ne zaman vazgeçeceğiz, işte onu çok merak ediyorum.

Tweetimden Seçmeler

Yaptıklarınızı unutmanız, yapmadığınız manasına gelmez.