Aslında hakkı üstün tutmak ve haklıyı güçlü kılmak için yola çıkmışız, hem de şiarımızdır. Bu çerçevede gerçekleri ifade etmekten de yılmayız. Öyle der büyüklerimiz. Yazılarımız ve sözlerimiz de benzer ifadelerle doludur.

Hak, adalet, gerçek, doğru gibi asla vazgeçilmezlerimizdir. En azından öyle biliriz. Gerçi uygulamaya bakıldığında yan çizen, yandan geçen veya boş verilen eylem ve söylemlerle karşılaşırız ama siz gene de onlara aldırmayın. Her şeye rağmen böylesi değerlerimiz yazılarımızda ve sözlerimizde en müstesna yerlerini korumaya devam ederler.

Mesela Pascal’a atfedilen bir sözde şöyle der:

“Haklı olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık.”

Hakkı ve haklı olanı güçlü kılmaya gücümüz yetmediği için çareyi güçlü olanın peşi sıra gitmede bulmuşuz. Aslında gücümüzün yetmediğinden değil hakkı güçlü kılamayışımız; Bizi güçlü kılan değerlerimizden uzaklaştığımız için hakkı güçlü kılmaya takatimiz yetmez olmuş.

Sonra da nefsimiz, zevkimiz ve keyfimiz bozulmasın diye güçlü olanı haklı kılarak geçinip gitmişiz. İrademizi, inancımızı ve yüreğimizi de buna alet ederek… Zaman zaman haklı kıldığımız güç, isteğimizi karşılamadığında veya canımızı acıttığında uyanır gibi oluyoruz ama iş irade, inanç ve yüreğe dayanınca geri tırsıyoruz.

Sonuç; Birçok kimse kendini haklı kılma uğruna birçok şeyi mübah görür oldu.

***

Aslında George Orwell de benzer şey söylemiş:

“Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder.”

Güçlü olanı haklı kılma ile başlayan süreç haliyle gerçeklerden uzaklaşmayı da beraberinde getirdi. Böyle olunca da, gerçeği ifade edenler nefret edilenlerden, istenmeyenlerden oldular.

Zaman içerisinde gerçeği söyleyenler azalmaya, sinmeye veya boş vermeye başladılar. Zira bazen susmak gerektiğini bilirler. Zira bazen sözün fayda etmediğini görürler. Zira bazen “bir musibetin” daha etkili olacağını görürler. Sonra da gerçek denen şeyin insana, gruba veya kitleye göre değiştiğini, değişebileceğini anlarlar.

Zamana direnen az sayıdaki gerçeği söyleyenler ise o günün geçerli muhalif etiketini yedikleri gibi düşman olarak da görülürler.

Her menfaat çatışmasında, her çıkar kavgasında bu “gerçekler” de çatışır ve yeni kahramanlar, yeni kurtarıcılar çıkarır, tabi yeni asalaklarla birlikte.

***

1593-1634 yıllarında Sultanahmet’te doğup-yaşayan Bekri Mustafa’nın adını, herhalde duymuş olmalısınız…

Onun, kendini genç yaşında “içki”ye verdiğini, “gece-gündüz içtiği” için Bekri namıyla ün yaptığını ve 41 yaşında öldüğünü belki bilmezsiniz ama Bekri Mustafa’nın “imam” olma hikâyesini herhalde bilirsiniz.

Efendim, hikâye şöyle: Bekri Mustafa, yoksul bir mahallede “Küçük Ayasofya Camii”nin önünden geçmektedir… O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur. Cemaatin, beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı “hoca” zannederek namazı kıldırmasını söylerler.
“Yok, ben hoca değilim” dese de, dinlemezler ve zorla öne geçirirler.
Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar. Cemaat, ölüye ne söylediğini merak eder.

Bekri Mustafa gülerek cevaplar: “Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun. Eğer orada, bu dünyanın ahvalini sana sorarlarsa, Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam oldu dersin. Onlar durumu anlar…” dedim.

Hikâye böyle…Peki, ben bu hikâyeyi niye yazdım?.. Çevrenizdeki Bekri Mustafa’ları tanıyasınız diye yazdım…

Çünkü efendim, ortalık “Bekri Mustafa”larla dolu…

Herkes “imam!”

Herkes “kahraman!”,

Herkes “vatansever”,

Herkes “devrimci!”,

Herkes “analist!”,

Herkes “dürüst”

Herkes “bedel ödemiş”,

Ve ve ve herkes “Dâva Adamı” olmuş da biz bilmiyoruz…

Vesselam…

(ettekraruahsen)