Yaşlılığı hiç ama hiç sevmedim. Güya daha başındayım, altmışlı yıllara gün sayarken. Ne bileyim işte…

Yaşlılığı annemde, genç ölümü oğlumda, hastalığı ise Argos’ ta deneyimlemek canımı yakıyor. Daha ne olsun!

Hastalık da, yaşlılık da, ölüm de; hepsi tüm canlılar için kaçınılmaz. Yani doğanın kanunu bu. Ben ne istiyorum? “Yaş almak ama yaşlanmamak.” Bu sözü duyarım hep. Fonetik açıdan hoşuma gider. Fakat anlam bakımından hiçbir zaman içini dolduramadım. Var mıdır böyle bir şey?

Ben sadece, artık sağlık kısmına odaklanıyorum. Ne kadar sağlıklı ve uzun yaşarsam o kar, diye bakıyorum. İnşallah yaşlılığımla da barışır, kardeş kardeş yola devam ederiz. İnşallah! Yani işimiz Allah’ a kaldı. Ayak işlerini yaptığımı düşünsem de, ruhum benimle hareket etmiyor.

Geçen gün köyden dönüyorum, yolda bir ses:

-Rukiye, Rukiye!

Kısık, genizden kadın sesi. Sanki birini boğazlıyorlar sandım. Kâbuslarda tanık olmuşsunuzdur, bağırmak istersiniz de sesiniz çıkmaz. Aynen öyle bir durum. Döndüm, kadın kızına sesleniyormuş telaşla.

İşte o misal ben de bağırıp çağırmak istiyorum, ama sesim çıkmıyor. Ruhum da bana yetişmekte güçlük çekiyor. Durup biraz onu beklemem gerekiyor, ama benim telaşım çok. Anlayacağınız “ ama”larım böyle devam edip gidiyor.