Günümüzde yaygın olarak kullanılan ve her birinin tarihi bir öyküsü bulunan bazı deyimler vardır. Bu deyimleri kullanır ama bunun ortaya çıkış öyküsünü pek merak etmeyiz. İşte sıkça kullanılan bazı deyimler ve bu deyimlerin ilginç öyküleri...

ÜSKÜDAR’DA SABAH OLDU

İstanbul Üsküdar’da deniz kıyısındaki Valide Sultan ve Mihrimah Sultan camilerinin müezzinleri, karşı tarafta yaşayan padişaha seslerini duyurabilmek ve ondan bağış alabilmek, belki saray müezzinliğine yükselebilmek ümidiyle sabah ezanlarını mutlaka Beşiktaş’taki cami müezzinlerinden önce okurlarmış. Bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak anlamında kullanılmakta olan “Üsküdar’da sabah oldu” deyimi vaktiyle aynı hat üzerinde olmalarına rağmen Üsküdar’ın Beşiktaş’tan önce okunan sabah ezanlarından kaynaklanmıştır.

MARMARA ÇIRASI GİBİ YANMAK

Eskiden ocak, soba veya mangalda ateş yakabilmek için çıralar kullanılır, bu çıralar ise çarşılarda tutam halinde satılırmış. Aniden parlayanlar, öfkelenenler için kullanılan bu deyim, sakızlı çam ağaçlarıyla meşhur olan Marmara Adası’ndan toplanan, reçinesi bol olduğu için kolay yanan çıralardan "Marmara çırası gibi yanmak" deyimi doğmuştur.

KABAK BAŞINDA PATLAMAK

Su kabaklarının içleri oyularak şişe gibi kullanıldığı yıllarda, Galata meyhanelerinde içleri şarap dolu kabaklar sıra sıra vitrine dizilir; isteyen külhanbeyi hangi kabağın ipini keserse onu alır ve bitirmeden yerinden kalkmazmış. Meyhaneye yapılan baskınlarda zabıtalar ve bekçiler tarafından mekandaki sıra sıra asılmış şarap kabakları da meyhaneci ve araya giren müşterilerin başında patlatılırmış. Böylece "Kabak başında patladı" deyimi ortaya çıkmış.

DİNGONUN AHIRI

İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda, iki at ile çekilen tramvaylara, dik Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için fazladan atlar koşturulurmuş. Azapkapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azapkapı’ya götürülürmüş. Gün içinde sürekli atların girip çıktığı dolayısıyla ahıra girenin çıkanın belli olmadığı yahut her önüne gelenin girip çıkabildiği Dingo'nun ahırı" gibi yerler için bu deyim kullanılmaya başlanmış.

PÜSKÜLLÜ BELA

II. Mahmud devrinde önce askerler, ardından memurlar için resmi başlık olarak kabul edilen fes, kısa sürede halk arasında da kullanılmaya başlanır. Fesin yaygınlaşmasıyla beraber değişik renk ve biçimlerde, püsküllü ve püskülsüz biçimde modeller ortaya çıkmıştır. Yağmur ve kardan kalıbı bozulan, rüzgarda püskülleri sürekli karışan fesin kullanımı zahmetli ve masraflı bir iş halini almıştır. "Püsküllü bela" deyimi işte bu sıkıntılı durumdan esinlenerek ortaya çıkmıştır.

BALIK KAVAĞA ÇIKINCA

Karşılıklı noktalarda bulunan Rumeli ve Anadolu Kavağı, çok rüzgarlı ve akıntının kuvvetli olduğu yerlerdir. Buralarda bu yüzden balık tutmak neredeyse imkansızdır. İstanbul’da balığın bol bulunduğu ve dolayısıyla fiyatının düştüğü zamanlarda şehirde tutulan balıkların, "Anadolu kavağı" mahalline kadar götürülüp satıldığı görülür. Diğer zamanlarda düşük ücretle balık almak isteyen müşterilere balıkçılar tarafından Anadolu kavağı civarı kastedilerek “O sizin dediğiniz ücret balık kavağa çıkınca olur” şeklinde yaygınlaşır.

SAÇINI SÜPÜRGE ETMEK

Eskiden kadınlar saçlarını topuklarına kadar uzatır, en uzun saç da en güzel saç kabul edilirmiş. Kadın evini süpürmek için yere eğilince arkasındaki çift örgülü saçlar yere düşer ve bir süpürge gibi her yere sürtünürmüş. Bu durum "Saçını süpürge etmek" deyimini ortaya çıkartmış.

ATEŞ PAHASI

Kanuni Sultan Süleyman maiyetiyle ava çıkar. Aniden başlayan şiddetli yağmur, padişah ve adamlarını bir eve sığınmak zorunda bırakır. Ev sahibinin yaktığı ateşin karşısında elbiselerini kurutup ısınan padişah, yanındakilere dönerek, "Şu ateş bin altın eder" der. Yağmurun dinmemesi üzerine padişah ve maiyetindekiler, geceyi de bu evde geçirirler. Konuklarını tanıyamasa da önemli ve zengin şahıslar olduklarını anlayan ev sahibi, sabah ona borcunu soran sultana "Binbir altın" cevabını verir. Bu cevabın şaşkınlıkla karşılanması üzerine ise ateşe bin altın değeri kendisinin biçtiğini, gecelik konaklamanın ise bir altın olduğunu söyler. Ederinden çok pahalı şeyler için "Ateş pahası" deyimi bu olaydan sonra kullanılmaya başlar.

METELİĞE KURŞUN ATMAK

Eskiden atış talimleri yapılırken, usta atıcılar hedef için on para değerinde metelik bozuk paralar kullanırlarmış. Köyden çıkıp okuyarak yükselen, mal mülk ve şöhret sahibi olan bir adam köyünde yaptırdığı evde, gümüş paraları hedefe koyup atış talimi yapmaya başlamış. Onu ziyarete gelenler, gümüş paraya ateş ederken görünce, içlerinden biri, "Baksana bizimki meteliğe kurşun atıyor." demiş. Bu gün bu deyim yokluğa evrilip anlam kayması yaşasa da kullanılmaya devam etmiş.

OCAĞINA İNCİR DİKMEK

Yaptığı zulümlerle tanınan bir devlet adamı, konağının bahçesini düzenletiyormuş. Kocaman bir incir ağacını görüntüyü bozuyor diye kestirmek istemiş. Bahçede bulunan İncili Çavuş, bunu duyunca devlet adamına şöyle seslenmiş: - İncir ağacı yerinde dursun, kestirmeyiniz. - Niçin? - Nasıl olsa bir gün birinin ocağına dikersiniz, cevabını vermiş O gün bu gün bu deyim kullanılagelmiş.

HAPI YUTMAK

Sultan Murad'ın sarhoş edici ve keyif verici maddeleri yasakladığı dönemde saray casuslarından biri, belki de kıskançlık sebebiyle, hekimbaşı Emir Çelebi'nin yasakları çiğnediği ve afyon kullandığına dair bir ihbarda bulunur. Bu ihbarı duyanlar hekimbaşı için, artık belasını buldu, bedelini ağır öder anlamında "Hapı yuttu" demişler ve bu deyim kullanılmaya devam etmiş.

LAFLA PEYNİR GEMİSİ YÜRÜMEZ

Bir zamanlar İstanbul'da çıkarcı ve cimri Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı varmış. Trakya'dan getirdiği peynirleri İstanbul'da satar, artanı da deniz yoluyla İzmir'e gönderirmiş. İzmir'de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir, ama taşıma ücretini vermeyerek kaptanları yalanlarıyla oyalar, "hele peynirler sağ sâlim varsın, istediğiniz parayı fazlasıyla veririm" diye vaatlerde bulunurmuş. Yine bir gün peynirleri ücretsiz İzmir'e göndermek isterken gemi kaptanı öfkeyle patlamış. -Efendi "Lâfla peynir gemisi yürümez." demiş. Ve bu deyim Türçe'mize yerleşmiş.

ATI ALIP ÜSKÜDARI GEÇMEK

Bolu Bey'ine başkaldıran Köroğlu, bir gün atını çaldırmış. Köroğlu, değerli ve akıllı bir hayvan olan atını aramak için diyar diyar dolaştıktan sonra, İstanbul'da satılık hayvanlar arasında kendi atını bulmuş. O'nu tanımayan satıcıya müşteri gibi davranıp "önce şöyle bir binip deneyeceğini, sonra satın alacağını" söyleyerek ata atlamış, hayvan da sahibini tanıdığından, atı mahmuzlamasıyla şimşek gibi fırlayıp kaybolmuş. Kıyıya varınca da sala fazla para verip Üsküdar'a çektirmiş. Öfkeden deliye dönüp Köroğlu'nu izlemeye çalışan at cambazına, kalabalıktan biri seslenir: "Boşuna uğraşma atı alan Üsküdar'ı geçti." O gün, bu gün, atı alan hep Üsküdar'ı geçiyor.

PAPUCU DAMA ATILMAK

Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de çatıya bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabıcı olduğunu anlıyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı da hem itibardan hem maddi kazançtan oluyor, sonuçta; gerçekten "pabucu dama atılmış" oluyordu.

DİMYAT'A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK.

Dimyat Mısır'da Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Mısır'ın meşhur pirinçlerini almak için Dimyad'a giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz'de Arap korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın bütün altınlarını almışlar. Binbir zorluk içinde Türkiye'ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas edecek durumuna düşmüş. İstanbul'dan kalkıp memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından yetişen buğdayları da bulgur tüccarlarına kaptıran adamın kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmış. Yani adam "Dimyad'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmuştur"

MAYMUN GÖZÜNÜ AÇTI

Bir adamın her şeyi taklit eden bir maymunu varmış. Her gün maymununu yanında dükkana götürür, namaz vakti gelince de onu dükkana gözcülük etsin diye kapının önüne bırakırmış. Bir gün maymun dükkanda, sahibi de namazda iken, hırsızın biri, maymunun karşısına geçip esnemeye başlamış. Maymun da aynısını taklit etmiş. Derken adam uyuma taklidi yapmış. Maymun da aynısını yaparak sonunda uyuyakalmış. Hırsız da fırsattan istifade dükkanda ne varsa alıp götürmüş. Dükkan sahibi camiden gelip dükkanının soyulduğunu görünce maymuna bir güzel dayak atmış. Hırsız birkaç gün sonra yine çıkagelmiş. Bu defa maymun yediği dayağın etkisiyle, karşısında esneyen ve uyuma takliti yapan hırsızı hiç umursamamış. Hırsız da kendi kendine, "Maymun gözünü açtı, artık burada ekmek yok." diye söylenerek orada uzaklaşmış.

SAMAN ALTINDA SU YÜRÜTMEK

Bir köy ve bu köyün ovasında bir dere geçermiş. Derenin suyu köyün bütün tarlalarına yetmediğinden köylüler tarlalarını sıra ile sularlarmış. Ancak bir gün açıkgöz köylünün biri dereden kendi tarlasına gizli bir kanal yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü kamufle etmiş. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor ve bolca mahsül alıyormuş. Köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki gizli bir su kanalı çekilmiş ve bu kanal da toprak, çer-çöp ve üzeri samanla kamufle edilmiş. Bunu gören köylüler "Adama bak, saman altından su yürütüyor!" demişler. Deyiş o deyiş, bu deyim sürmüş gitmiş.

İKİ DİRHEM, BİR ÇEKİRDEK

Kılık kıyafetleriyle dikkat çeken İstanbul hanımefendileri ve beyefendileri için kullanılan bu tabir, aynı zamanda gösterişten uzak ve giydiğini kendisine yakıştıran anlamında kullanılmaktadır. Deyimde geçen “dirhem” ve “çekirdek” tabirleri o zamanda kuyumculukta hassas tartılar için kullanılan ağırlık ölçüleridir. O dönemde piyasada en değerli para olan Osmanlı altını, tartıda iki dirhem bir çekirdek gelmektedir. Kılık kıyafet konusunda titiz olan kimseler, piyasada yüksek değere ve hassas ölçülere sahip "iki dirhem, bir çekirdek" altın ölçüleriyle beraber anılmaya başlarlar.

ÇİZMEYİ AŞMAK

19. Yüzyılda ressamın biri sanaat galerisinde resimlerini sergiler. Sergiyi izlemeye gelen bir vatandaş şövale tablosununun önünde durarak uzun-uzun inceler. Bunu gören ressam adamın yanına gelerek resimi nasıl buldun? Diye sorar. Adam: Şövalyenin çizmeleri kusurlu olmuş der. Ressam: "Sen nereden biliyorsun, senin mesleğin ne" der. Adam: Ben ayakkabıcıyım, anlarım demiş. Ressam boyasını ve fırçasını alıp çizmeleri adamın istediği şekilde resmi yeniden düzenler ve adama "şimdi nasıl oldu beğendin mi? diye sorar. Adam, bu sefer pantolon ve kemerinin de kusurlu olduğunu söyler. Ressam dayanamaz ve öfkeyle bak hemşerim "Sen madem ayakkabıcısın çizmeyi aşma" der.

***

Şimdi bende konuyu ve yazıyı daha fazla uzatmadan ve de "çizmeyi aşmadan" burada bitirelim.