Kurumlarımızı dolaştıkça zihnim geçmişi dört niteliksel zaman dilimine bölüyor ve insanlık tarihini kıyamete doğru kötülüğün sürekli arttığı bir süreç olarak tanımlıyor;

Beynimin altın, gümüş, bronz ve demir çağı diye nitelendirdiği bu çağrışımda idrak edebiliyorum ki; altın çağında huzur ve barış hüküm sürmekte ve bu dönemde yaşayan insanların hepsi altın gibi değerli ruhlara sahip. Gümüş çağında iyi huylar azalmaya yüz tutuyor, yollar ayrılıyor, kar gibi bembeyaz kalplere gölgeler iniyor ve kötülük filize duruyor. Bu yüzden de kavganın, acının ve nefretin ilk işaretleri ortaya çıkıyor.Bronz çağında artık kötülük meyve vermeye başlıyor, hakikat çatlıyor ve ruhlar ise kirli. Ama bu çağ kahramanlar çağı olarak göze çarpıyor ve bu çağda kötülüğün içinden sıyrılıp mevcut imkânları insanlığın lehine çevirmek için mücadele edebilenler iyiliğin timsali, cesaret ve özverinin sembolü oluyorlar. Demir çağında ise artık bencillik hakim, kötülük her köşede kol gezmeye başladı ve iyiliğin kaleleri bir bir düşerken; karanlık, kaygı ve keder alabildiğine büyüdü.

Zihnimin duvarlarında yankı bulan bu ayrımsamayı özellikle eğitimde yeni insanlarla tanıştıkça, yeni kurumlar ziyaret ettikçe daha çok özümsüyor ve neden bu hale gelmiş olduğumuzu daha iyi anlıyorum.

Eğitim sistemimizin başında “milli” var ama bize ait bir temeli olmayan, tahtası çürük, tavanı yıkık, pencereleri kırık, alev alev yanan bir ahşap konağa benziyor. Biz ise o konağın içinde oturmuş keyifle kahvemizi yudumlarken hangi tablonun hangi duvara ne kadar yakışacağından, hangi çiçeğin hangi sehpanın neresine konulması gerektiğinden konuşuyoruz. Allah var, sadece konuşmuyor, koşturuyoruz aynı zamanda. Tablonun birisini buradan kaldırıp karşı duvara tersten asınca “gençlik” diye bir derdimiz kalmıyor mesela. Sehpanın birisini kucaklayıp diğer odanın başka bir köşesine koyduğumuz anda “müfredat” problemi kökten halloluyor.

Neden var edildiğini, nasıl var olması gerektiğini, neleri nasıl yapması gerektiğini, neyi niçin yapamadığını tahlil edip mevzuyu kökten çözmek dururken, biz oturmuş koltukta kimin nasıl oturacağına kafa patlatmakla meşgulüz. Gidenin yürüyüşünü beğenmeyenler, gelenin duruşunu beğenmeyenlerle tartışadursun 19 İl ve 185 İlçenin, 1700 küsur kurumun geride kaldığı üç yıldır sürdürdüğüm mücadelede elimdeki parçaları birleştirdiğimde resim de ortaya çıkıyor;

Kaygılı okul idarecileri, yorgun öğretmenler ve umursamaz, amaçsız yüz binlerce öğrenci. On, onbeş yıl öncesine kadar müthiş bir yatırım, devasa binalar, tıka basa malzeme dolu kurumlar ve yaşanan bu altın çağa rağmen ortada altın bir neslin bulunmayışının sol tarafıma bıraktığı tarifi imkânsız bir sızı.

Evet, çok uzun yıllardır, bütçeden en büyük payın eğitime ayırıldığını söyleyip duruyoruz. Tabloya baktığınızda gerçekten de öyle. Cumhuriyet tarihi boyunca tüm hükümetler eğitime fazlasıyla önem vermiş, fazlasıyla kaynak ayırmış, fazlasıyla kafa yormuş.

Peki o zaman neden bunca şikayet?

Çok fazla sebep var ve bunları yazmaya kalksak sanırım ciltlerce kitap çıkar ortaya; konuşmaya kalksak haftalarca sürer ama gözüme en çok çarpan üç unsur var paylaşmak istediğim;

30 milyona yakın öğrenci sayısı, eldeki kaynakların verimsiz kullanımı ve olması gereken liyakat kavramının artık yerini çıkar ilişkilerine dayalı sadakate bırakması.

Önceki yazılarımda arz etmiştim üniversite gençliğini dahil ettiğinizde 30 milyona yakın öğrencimiz var ve yükün yüzde 90’dan fazlası devletin sırtında. Milli Eğitim Bakanlığı en çok bakan değiştiren bakanlıklardan biri ve liyakate dayanan yönetim anlayışından söz etmek de mümkün değil. Yöneticilik anlayışımız “hizmet etmek” değil, “hükmetmek” üzerine kurulu.

MEB’in bütçesi büyük ama…

Yayımlanan verilere baktığınızda 2019 yılında 113 milyar 813 milyon TL olan MEB bütçesi, 2020 yılı için 125 milyar 397 milyon TL olarak belirlendi bu yıl. Her yıl olduğu gibi rakamsal olarak arttığı görülse de MEB bütçesinin merkezi yönetim bütçesine oranı 2019 yılında yüzde 11.84 iken, 2020’de bu oran yüzde 11.45’e geriledi. Eğitim bütçesinin milli gelire oranı OECD ortalaması olan yüzde 6’nın çok altında. Geçtiğimiz 18 yıl içinde MEB bütçesinin milli gelire oranı çok az artmış olmasına rağmen, belirlenen rakamlar ihtiyacın çok altında kalmış ve eğitim harcamalarının esas yükü, eğitimi adım adım ticarileştirme ve kamu kaynaklarının özel okullara aktarılmasının da etkisiyle büyük ölçüde velilerin sırtına yıkılmış durumda.

Çünkü MEB bütçesinin rakamsal büyüklüğünün temel nedeni, hükümetin eğitime verdiği önemden değil, büyük ölçüde personel harcamalarından kaynaklanmakta. Rakamlara baktığınızda MEB bütçesinin yüzde 73’ünün personel, yüzde 11’inin de sosyal güvenlik devlet primi giderlerine gitmekte olduğunu görüyorsunuz. Başka bir ifadeyle, bütçenin yüzde 84’ü zorunlu olarak personel harcamalarına ayırılıyor. 2020 MEB bütçesi içinde mal ve hizmet alım giderlerinin payı yüzde 8 (2019’da bu oran yüzde 9 idi), cari transferler yüzde 3, diğer giderler ise yüzde 5 olarak göze çarpıyor.

Peki ya eğitim yatırımları?

MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayırılan pay 2002 yılında yüzde 17.18 iken, eğitim hizmetlerinin sunumu açısından çok önemli olan bu rakam 2009’da yüzde 4.57’ye kadar gerilemiş. 4+4+4 sonrasında zorunlu olarak kısmen de olsa artışa geçen eğitim yatırımlarına ayırılan bütçe oranı, 2014 sonrasında yeniden azalmaya başlamış. 2019’da MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayırılan pay yüzde 4.88 iken, 2020’de bu oran daha da düşerek yüzde 4.65’e inmiş durumda. Yani eğitim yatırımlarına ayrılan pay 17 yıllık süreçte yüzde 17.18’den yüzde 4.65’e kadar geriledi. Bu rakamlara ulaştığınızda kurumlarda okul idarecilerinin sürekli yakındığı ödenek yokluğunu rakamların diliyle anlamak daha da mümkün hale geliyor.

Pamuk eller cebe…

20 milyona yakın yurttaşımızın açlık sınırının altında yaşadığı ülkemizde 2020 MEB bütçesinin bizlere gösterdiği en açık gerçek, eğitimde yaşanan yoğun ticarileşme sürecinin artarak devam edeceği, velilerin cebinden yapacağı eğitim harcamalarının belirgin bir şekilde artacağıdır. Devredilemez ve vazgeçilemez kamusal bir hak olan eğitimle ilgili yapılan araştırmalar arz ettiğim en düşük gelir dilimindeki yüzde 20’lik kesimin gelirleri içinde eğitim harcamalarına ayırmak zorunda oldukları payın artacağını, bu artışın ise ancak gıda ve sağlık harcamalarından kısılarak gerçekleştirilebileceğini gösteriyor.

Peki bunca emek neden heba oluyor?

Evet alt gelir grubundaki 20 milyon civarında vatandaşımızın sağlığından, mutfağından ödün vererek çocuğunu okutmak için tasarruf edeceği anlamını taşıyor bu araştırmalar.

Eline ne geçecek bu çaba karşısında ona bakalım;

LGS’de tek yanlışı olan istediği okula giremiyor, YKS’de 2.5 milyon aday yarışıyor, 50 bini seviniyor, üniversiteyi bitirip de iş bulabilenlerin mevcut durumunu önceki yazılarımda zikretmiştim. KPSS’de dereceye girseniz bile mülakatta eleniyorsunuz. TUS’a giren doktorlar tıp fakültesini seçtiklerine bin pişman. DGS’ye girenler derin hayal kırıklığı içerisinde. Daha da önemlisi, takviye almadan sınav kazanmak hayal ötesi artık! Çünkü okullarımızda nitelik değil nicelik esas. LGS, YKS, KPSS ve benzeri sınavları hazırlık kitapları ve dershane takviyesi olmadan kazanmak, iyi bir okula girmek, mezun olur olmaz atanmak mümkün görünmüyor!

Yani kurduğumuz sistemin tek kazananı “sınav sektörü!”. Sınav odaklı bir eğitimin köleleri haline geldik ve sorgusuz sualsiz sınav sektörüne hizmet ediyoruz artık.
Bu sektör sadece adayları değil, aileleri de maddi ve manevi yönden çökertiyor. Çocuklar çocukluğunu, gençler gençliğini yaşayamıyor. Çünkü bu sınavlar 10 bin kişiyi memnun ederken yüz binlerce kişiyi mutsuz ediyor!

Yanisi hangi sınavı, nasıl yaparsanız yapın, bu yarışın sonunda yüzde 90 lık bir kesim mutsuz oluyor! İşte bu yüzden sınava dayalı eğitim sisteminden artık vazgeçmemiz gerekiyor diye haykırıyoruz. Çoğumuz farkında değiliz ama çocuklarımızı 4-5 seçenek arasına sıkıştırdık, geleceklerini çaldık, artık hayal bile kuramıyorlar!

Kim bana ne derse desin çocuklara çocukluğunu, gençlere gençliğini yaşatmayan, hele de hayata dair bilgilerle donanmayan her sınav, işlevi ne olursa olsun “kötü” bir sınavdır.

Çözüm ne?

MEB’in bütçesi ve eğitime yapılacak yatırım oranı ortada. Umut tacirliği yapmaktan artık vazgeçip ilkokul sıralarından başlayarak erken yönlendirme yapmalıyız ki sınavlar tek çare olmaktan artık çıksın.  Henüz ilkokul sıralarında çocuklarımızın ilgi, istidat, kabiliyet ve yeteneklerini önemsense ve doğru yönlendirme olsa hiçbir sınava bu kadar yoğun katılım da olmaz, sınav yorgunu bir gençlik de olmaz.

Çünkü eğitimin olmazsa olmazı, öğrenciye dayatılan bilgilerin ileride onun işine yarayacağına inandırmaktır. Yoksa gerisi nafile. Bugün öğrenir, yarın unutur. Yani yaşam için değil, sınav için öğrenir ve bunun da ne kendisine ne ülkesine ne de hiç kimseye bir katkısı olur.

Lafın kısası, ille de şunu ya da bunu öğreten yerine, öğrenmeyi öğretip, gerisini kişilerin kendisine, ilgisi ve istidatına bırakmak bireysel gelişim açısından sanki çok daha yararlı olacaktır.

Bu nedenle atılacak adım belli. Veliler, öğrenciler, öğretmenler, sivil toplum örgütleri neler istediklerini dile getirecek, eğitimde “ortak bir akıl” belirlenecek ve sistem de anayasal çerçevede bu istekleri eğitime yansıtacak. Denklem çok basit ama hani şu bin yıldır çözülemeyen sorular gibi hiç kimse üstesinden gelemiyor!

Artık anlamalıyız!

Eğitim ve öğretim dört duvar arasında başlayıp, dört duvar arasında bitmez. Bilgiyi okullarda öğrenirsiniz ama eğitimi evde, sokakta, yaşadığınız kente, soluduğunuz havada, ektiğiniz toprakta, avlandığınız denizde alırsınız. İşte bu yüzden yırtınıyoruz okullarımızı hayata dair bilgilerle donatalım, uygulama merkezleri haline getirelim diye.

Eğitimsizliğin maliyeti

Söylemiştim, söyleyeceğim de. Zira Celaleddin-i Rumi’nin de deyimiyle bir çiviyi çakabilmek için defalarca kez vurmak gerekiyor;

Kırmızı ışıkta geçen araç sürücüsünün, çok kazanma hırsına yaptığı inşaattan demir ve çimento çalabilen müteahhidin, mal satabilmek için türlü yeminler ve yalanlar üretebilen esnafın, çay içmek isteyen müşterilerine boya katarak çayını renklendiren çaycının, sokak ortasında kalabalıklar içerisinde dahi ağzının dolusu cadde ortasına tükürebilen insanların, yapılan maçlarda şike iddialarına bulaşan futbolcu ve hakemlerin, reyting uğruna insan onurunu hiçe sayarak yalan haber yapabilen gazetecilerin, müşterisinden daha fazla para almak için kısa yol yerine uzun yolu tercih eden taksicinin, organik olmadığı halde insanların doğallık duygularını suistimal ederek piyasanın üç katı fiyatına domates satabilen pazarcı ve manavın, kadavradaki altın dişi sökerek rant elde etmeyi düşünebilecek kadar ruhsuzlaşmış mezar hırsızlarının, ebeveynlerinin servetine konabilmek için gözünü kırpmadan onları kesebilen insanların olduğu bir toplumda, insan olarak vicdanımızı yaralayan her olumsuz davranışın temelinde ders kitaplarındaki sınav odaklı bilgilerin değil değerler eğitimi eksikliğini görürüz.

Çünkü bir ağacın köklerinin toprakla bağlarının kesilmesi o ağacı nasıl kütükleştirirse; insanın değerlerden koparılması onu mahluklaştırır. Toplumların değerlerden koparılması ise o toplumları yığın veya kitle haline getirir. Bizim en büyük yanlışımız ailede başlaması gereken değerler eğitimini sadece başka kurumlardan bekliyor olmamızdır.

İşte bu yüzden artık kimse kimsenin söylediğini anlamaya yanaşmıyor ve anlamak istediği şeyi muhatabına söyletmekle ömür tüketiyor. Kalemlerimiz ve dilimiz kılıç artık, köşe bucak kardeş doğruyoruz. Aklımızın her an yeni putlar diktiği ve kalbimizin onlara tazim ettiği günümüzde hakikate istinadımız, hakikatimize itimadımız da kalmadı, adam gibi bir sabitemiz, doğru dürüst referanslarımız da. Çürümüş dünyamızın ideolojilerle güvelenen perdesinde şahsiyetlerimiz menfaat devşirdiğimiz dudaklardan çıkan sözlerin rüzgârıyla yön değiştiren yelkenler gibi bir şey oldu. Kendisi için yanmayı göze alacağımız kişiler yangınımızdan arta kalan közde pişiriyor kahvelerini. Gündelik aklın tutsaklığı içinde hiç edilmiş itibarımızın telvesi kahkahayla püskürüyor dostlarımızın ağızlarından. Uygarlığın krizinde kefenlerin beyazlığı yüzümüze vururken ne birisine anlatacak bir şeyimiz kaldı ne de bir başkasını anlamaya niyetimiz var.