Yaşantımın çok uzak dönemlerinde de olsa ben de evlilik kurumu içinde bazı sosyal adetleri yerine getiriyordum. Bunlardan biri de akşamları ailecek gidip gelinen ev gezmeleriydi. Gerekli ikramlar yapılır ve sıra kalkmaya gelindiğinde ev sahibi tarafın adet yerini bulsun diye söylediği bir deyiş olarak kalmıştır ‘ daha karpuz kesceydik ‘. Neden kesmek fiili de öyle şiveyle söylenirdi bilmem. Teklifi daha sıcak kılıyor belki de.

Karpuzla ilgim daha öncelerine de dayanır. Çocukluğumda divan altlarımız kavun karpuzla dolu olurdu. Böyle tek tek almazdık o zamanlar. Tabaklara da misafirliklerde kesilip konulurdu. Genellikle dilimler ve öyle yerdik ağzımızdan suları aka aka. Ne güzeldi!

Geçenlerde bir karpuz aldım. Çok güzel çıktı Allahtan. Tadı da yerindeydi. Ben iki koca dilimi lavabonun içine suyunu akıtarak nasıl yedim anlatamam! Koca gece yatakta tadı ağzıma geldi. Ertesi sabah yürüyüşte de aynı tat damağımdaydı. Ne karpuzmuş be dedim içimden pisboğazlığıma da kızarak. Sonra not aldığım rüyama baktığımda da karpuz çıktı karşıma. Tıpkı yaşadığım sahneyi rüyamda da yaşayarak not almışım. Pes dedim kendi kendime.

Rüya sözlüğündeki yorumuna baktım karpuzun. O da çok hoştu. Bu kadar hoşluğu annemle paylaşırken jeton düştü. Ben oğluma hamileyken tek bir şeye aşermiştim, karpuz. O zaman Adana’ da görev yapıyorduk ve karpuzun mevsimi değildi. Adana’nın lüks bir semtinde zenginlere hizmet veren bir manavdan, maaşımıza yakın bir para vererek bir karpuz almıştık. Malum aşermek öylesine önemli denmişti. Bizim de kendimizi ve sevdiğimizi önemsediğimizin bir göstergeseydi.

Aslında yaşam böyle bir bütünsellik arz ediyor dünü, bugünü ve geleceği ile ilgili bir bütünlük. Bazı zamanlar her alanda bunu sezinlemeyebiliyorum. Özellikle yas konusu söz konusu olduğunda. Bu kadar karpuzla hemhal olduğum günlerde rüya niyetim şuydu;”Yasımı sevgiyle ve kolaylıkla yaşamı kutsamaya dönüştürmeğe niyet ediyorum.”

Karpuz’un rüya sözlüğünde beni ilgilendiren kısmında yazan ise şuydu; “Keyifle yenilen karpuz; dünyevi konularda ilerleme, maddi konularda istikrar, hayattan yeniden tat almakla ilgilidir.”

“Yeniden”  diyor dikkatinizi çekerim. Bir tek sözcük ne güzel bağlantı kuruyor geçmiş, bugün ve gelecek arasında. İşte bayılıyorum böyle az sözle çok şey anlatmaya. Fakat tembelleştirip hantallaştırıyor bu ön kabulüm beni. Bunu da gelişmek adına inkâr etmek istemiyorum.

Şu sıralar elimdeki kitaplardan biri, uzun süredir süründürdüğüm Moby Dıck. Emeğe saygımdan başladığım kitabı bitirmem gerekir diye aldığım karar olmasa çoktan bir köşeye koymuştum kitabı. Fakat aldığım karar işe yaradı ve kitap açılmaya başladı. Kitaba adını veren balinanın betimlenmesi bölümüne geldim açıldı akmaya başladı kitap. O bölümün ardından gelen ‘ Balinanın Beyazlığı’ adlı bölümde iyice dikkat kesildim. Hayran kaldım ‘ beyaz ‘ renkle ilgili tespitlere. Onca tespitin nasıl derlendiğine ve derinliğine temas etmek duygulandırdı beni. Öbür yandan da yazılarımın sığ olduğunu düşündürdü. Sığ ama samimi. Gerçek yaşamda samimiyetle arama koyduğum mesafeli duruşu yazıyla kapatmaya çalışıyorum sanırım. Öyleyse yas demişken kefenin beyazından yola çıkarak ölüme ve yaşama dair yazarın son cümlelerini alıntılayabilirim. Kendim yazamıyorsam yazanlardan yola çıkarak kendime ait kılabilirim.

‘ Balinanın Beyazlığı’ bölümünden son paragrafı yazıyorum:

“Evet, ama beyazlığın büyüsündeki gizi aydınlatmış değiliz henüz; aklımızın ermediği hangi gücüyle ruhumuzu böylesine sardığını bilmiyoruz. Bunlardan daha garip, daha da gizemli bir şey var anlayamadığımız; Neden beyazlık, hem kutsal şeylerin en anlamlı belirtisi, Hıristiyanlar Tanrısının öz görüntüsü; hem de insanoğlunu korkutan şeylerin korkunçluğunu kat kat arttıran bir renk? Acaba beyazlık, anlatılmaz niteliğiyle, dünyamızı saran o hain boşluklara ve enginlere bir ayna tutar gibi mi oluyor? Samanyolunun beyaz derinliklerine bakınca, hiçliğimizi mi anlatıyor bize? Yoksa beyazlık, aslında renksizliğin ta kendisi hem de tüm renklerin toplamı olduğu için mi karlı ovaların sessiz boşluğu anlamlarla yüklü geliyor bize? Renksizliğin ya da tanrısızlığın rengi olduğu için mi ürpertiyor bizi beyazlık? Bir başka görüş, doğa filozoflarının görüşüne uyarsak, dünyamızın tüm o güzel ve görkemli renkleri birer aldatmacıdır ancak: Batan güneşlerin, ormanların o canım renkleri, kelebek kanatlarının, genç kız yanaklarının altın pırıltıları yalandır. Evet ya, tüm bunlar varlıkların özünde yoktur; onların dışına sürülmüş bir boyadan başka bir şey değildir. Tanrının yarattığı koca doğa, kart bir yosma gibi boya sürmüştür yüzüne. O yalancı güzelliklerin altında, ölümden başka bir şey de yoktur. Daha derine gidecek olursak, tüm renkleri yaratan o büyülü boya, aslında ışıktır yalnız. Renklerin ana kaynağı olan ışık ise oldum olası beyaz ve renksizdir. Eğer ışık, nesnelere doğrudan doğruya, aracısız vursaydı, her şeyi bembeyaz eder; gülleri, laleleri kendi boş rengine boyardı. Tüm bunları düşününce, soluk yüzlü evren, bir cüzamlı görünür gözümüze. Japonya’ nın karlarında renkli gözlük takmayan inatçı yolcular gibi, biz zavallılarda Tanrı’ ya başkaldırıp dünyayı saran bembeyaz koca kefene bakakalırsak, kör ederiz kendimizi. İşte bunların hepsinin bir simgesiydi o Albinos Balina. Anladınız mı şimdi çıktığımız avın ne belalı bir av olduğunu?”

Peki, siz beni anladınız mı?