Vapurda hemen karşımda oturan genç kız elinden hiç düşmeyen cep telefonunu yüzüne doğru tuttu. Gülümsedi, sonra saçlarını sağdan sola doğru fırlattı, ardından soldan sağa doğru savrulan saçlarına hayran hayran baktı. Gözleri ışıl ışıldı. Öyle bir ışıldıyordu ki, sandım ki telefonda canı gibi sevdiği birisi var ve onunla görüntülü görüşüyor. Ama ortada bir görüşme yoktu. Genç kız orta parmağıyla dudaklarının kenarında rujları düzeltti, yüzüne hafif dokunuşlar yaptı, sonra gözlerini bir açtı, bir kıstı ve hayranlıkla telefona bakmaya devam etti.

Telefon 10 bin liranın üzerinde bir fiyata satıldığından belki de “üff be telefona bak” diye hayran hayran “elin gavuru ne icat yapıyor” diyordur diye düşündüm. Belki de “Bu kadar parayı bu telefona bayıldım ya, bana da helal olsun” deyip, telefonu gözünün tam karşısından ayırmıyordur.

Varsayım çok olabilirdi. Beni ilgilendirmediği için varsayımlar üzerine kafa yorup, gereksiz konularla uğraşmak istemiyordum ama bu genç kız ve bunun gibi olan milyonlarca gencin ciddi bir sorunu olduğu kesindi.

İnsanlar kendini beğenirmiş…

Beğenme az veya çok herkeste varmış.

Bunun dozunu ayarlayamayanlar “kendini beğenmiş” sınıfını da bir level atlayarak “kendine âşık” duruma gelebilirmiş.

Psikolog olsaydım bu konuyla ilgili uzun uzun makaleler yazardım ve siz de uzun uzun okumayacağınız için bir kenara atar, işinize bakardınız…

Tam yanımda oturan genç bir kız ise telefona çeşitli şirinlikler yapıyordu. Bu şirinlik o kadar fazla olmaya başladı ki, ciddi şekilde rahatsız oldum ve gözüm telefonuna kaydı. Ergen kızımız gözüne gözlük, başına çeşitli aksesuarlar, yüzüne çeşitli maskeler yapan bir programla kendi kendini değiştirip, şirinlik yaparak da aksesuara uyuyormuş…

Demek ki, tam karşımdaki hanım kızımız da benzer bir programla kendi değişimini ve dönüşümünü izliyordur.

Sonra kendi kendime kızdım…

Tıpkı onlar gibi ben de bu sürede bir tek sayfa kitap okusaydık daha faydalı olurdu. Ben hiç kimseyi izlememiş olur, onlar da acayip acayip hareketlerle kendilerinden geçmezlerdi…

Ama okumuyoruz…

Seyrediyoruz…

Manzarayı da değil, kendimizi…

Vapurla Eminönü’nde Üsküdar’a gidene dek ne manzaralar var.

Bir tarafta Karaköy’ü görürsünüz, Galata Kulesi gözünüze ilişir. Nazlı nazlı giden vapurlar, kıvrıla kıvrıla giden tramvaylar, başınızın üstünde uçuşup duran martılar, cıvıl cıvıl sesleriyle kuşlar…

Sonra karşıda Ayasofya gözünüze ilişir, sol tarafta 15 Temmuz Şehitler Köprüsünün bir bölümünü görürsünüz. Onu görürken Kabataş’ı, Beşiktaş’ı.. hatta gözünü iyiyse Mecidiye Camisini bile görebilirsiniz, onu görüyorsanız Dolmabahçe’yi de gördünüz demektir.

Sağ tarafta Sarayburnu gözünüze ilişir. O sahilde dolaşan padişahları sadrazamları, genç kızları, genç erkekleri hayal edersiniz. Hepsinin elinde rengârenk güneş şemsiyelerinin olduğu bir Osmanlı gezintisi canlanır gözünüzde. Sonra Kız Kulesinin narinliği takılır gözünüze ve siz Üsküdar’a gelirsiniz.

Bir birine nazire yapan iki cami karşılar sizi; Mihrimah Sultan ve Valide Sultan…

Tabii yolculuğunuz başladığından bitene kadar da gözünüze ilişir Çamlıca Cami, tepeden size bir selam verir…

Bütün bunları görmek için “kendine âşık” olmadan öte bir şey lazım, “çevrene duyarlı” olmak, “güzellikleri sevmek”, “tarihe ilgi duymak” ve belki de ilgi alanına göre gözünün kayması gerek. Bazısı denizi daha çok sever, bazıları yeşili. Bazıları da tarihi güzellikleri. Benim gibi olanlar da hepsini…

Üsküdar’a indiğimizde Mihrimah Sultan Camisinin bahçesinde soluklanırken, bir çiftin telefona bakarak tartıştıklarına şahitlik ettik. Tartışma derken dövüşme değil, bir konu üzerine hararetli şekilde görüş bildirme…

Mecburi olarak konuşulanları duymak zorunda kaldığımız için sonunda öğrendim. Meğer yeni çılgınlık olan faceApp programıyla kendi kendilerini yaşlandırıyor, gençleştiriyor, orta yaşlı yapıyor duruyor ve tartışıyorlardı, şöyle olsa, böyle olsa, ha haha, hımmhımm. Kendime bakmam lazım, yoksa çirkin bir yaşlı olacağım…

Konuyla ilgili bilgim yoktu, belki de konunun tamamen yabancısı veya cahiliydim. Sonra araştırdım, öğrendim. Sosyal medyada da yeterince yaşlanmış genç gördüm, gençleşen ihtiyarlara da takıldı gözlerim…

Bir acayip toplum olmuştuk o kesindi, şimdi de bir faceApp oluyorduk git gide. Üstelik kendi elimizle kendi resimlerimizi veriyorduk, “ne niyetle toplayacağı belli olmayan” elin adamlarına…

Bir faceApp olduk gerçekten de…

Bir trend oluyor, bir alışkanlık yayılıyor, herkes bir birinden kopya yapıyor ve bir çılgınlık yayılıyor tüm ülkeye. Yeni çılgınlığımız da çok acayip, pek faceApp!

Hiç denemedim, denemeyi de düşünmüyorum.

Ben genç olmayı bilirim, yaşlı olmama da az kaldı ama gençler yaşlı olmayı bilmezler, gençliklerini de heba edip gidiyorlar.

Kendilerini beğenmeleri bir yere kadar güzel ama aşırısı bir hastalıktır ve bu hastalık, koca dünyada sadece kendi yaşıyormuşçasına bencilliğe iter.

İnsanlar elbette kendini beğenir ama sadece beğenmekle kalmaz, gördüğü hatalarını düzeltir, “mükemmel” olmak için ufak ufak çaba harcar. Harcadığı çabalar kendini daha çok beğenmeye götürmez. Çünkü okudukça, öğrendikçe, başardıkça insan kendini beğenmez, hep daha iyisi olmak için çabalayıp durur.

Hiçbir şey yapmayan/yapamayan beni, nasıl beğenirim ki?