İlkokula başlamadan önce adını sürekli duyduğum ve okula gidenlerin sürekli, birbirini adını söyleyerek korkuttuğu bir öğretmendi o. 80’li yıllara adını damga gibi vurmuş, hafızalardaki yerini çivi gibi çakmış kendinden emin sırtı sıvazlanmış bir idealist Öğretmen!  Ders vermesi gereken bu şiddet aşığı öğretmenin son dönemine denk geldim. Sadece bir yıl ....

Okula başlamadan önce oyun oynadığımız arkadaşlarımızla beraber, çamurdan kara şimsek marka arabalar yapardık. Okula gidecek olmanın heyecanını yaşar, yavaş yavaş eksiklerimizi tamamlardık. Öyle hayaller kurardık ki neşe dolar televizyonlardan gülen, sevilen öğrencileri görünce biz de böyle olacağız, bizde böyle mutlu olacağız diye küçük aklımızla tatlı rüyalar hesap ederdik. 

Ne yazık ki okula başladığımız hafta bunun böyle olmadığının hemen farkına vardık. Daha ilk hafta öğretmen denen cefakar varlığın bu olmadığını yavaş yavaş hissetmeye başladık. Gözlüklerinin üstünden bakan, nefret mi yoksa korkutma mı barındırdığı anlaşılmayan ama asla sevgi belirtisinin olmadığı şiddet ışınları yayan bir çift göz. Nefes almanın bile tedirginlik yarattığı, kıpırdamanın bile başına iş açacağı bir atmosfer. 

Okula başlayınca bizden önce  okula yazılan abilerimizin anlattığı, daha doğrusu maruz kaldığı hikayeleri dinleyince, içimizde yavaşça biriken korku dağı, nefes almamızı zorlaştırmaya başlamıştı. Derse geç kalanların önce dayaktan geçirildiği, sonra da tek ayak üstünde ders boyunca herkesin gözü önünde bekletildiği, ayağı yere düşenin orantısızca tekrar dayak yediği, mide kasan hikayeler vardı. 

Dram yüklü hikayelerdi aslında. Cevap vermediği soru neticesinde öğrencinin gözlerini sabunlayıp, “hadi gözlerini aç” diyecek kadar vefalı bir öğretmen.!! Yaramazlık yapanın yere yatırılıp üstüne taşların konduğu, dersini yapmayanların  tuvaletlere hapsedildiği, fakirlikten üstü başı temiz olmayanların köyün önünden geçen dereden geçirildiği bir dönem... dereden geçerken hiç unutmam öğrenciye ayaklarını çırpa çırpa git derdi. İyice ıslansın diye... Nasıl bir nefretti anlamak mümkün değil! Öyle ileri giderdi ki  bazı öğrencileri köprüden suya atlamalarını, yoksa dayak yiyeceklerini  söylerdi. Atlardı çocuklar atlardı ama dayaktan yine kurtulmazlardı. Sıraya bağlardı bazı arkadaşlarımızı eve gidemesinler diye  yemek teneffüsün de. Hiç unutmam adını korkudan yazamayanlar olurdu. Adını bir başkası yazar ve o öğrenci yazamayana var gücüyle tokat atmak zorunda kalırdı. Şarkı ezberletmeye çalışırdı bu değerli Öğretmen ! “Bak postacı geliyor selam veriyor” diye başlayan...  İstediği güzellikte söylenmiyor diye sabahtan akşama kadar okulda tutuluyor, açlıktan bayılacak gibi oluyorduk. Ders esnasında birimizin adı söylendiğinde korkudan rengimiz atardı, bildiğimizi unuturduk. Birimiz bilmezse hepimiz dayak yerdik! Çarpım tablosunu şaşırdı mı biri sıra dayağı ! 

O dönemde kimseye derdini anlatamayan, içindeki acıları biraz olsun dindirmek için taşların güneş görmeyip yazı yazılacak hale gelen yüzüne içinden geldiği gibi küfürleri yazanlar vardı. Taşı bulup idealist beye götüren kendimi sevdireyim hesabı yapanlar da olurdu tabi. Taşı alır, inceler ,olağan şüphelileri sıkıştırıp, hepsini döver,  öyle rahatlardı. Küfrü kim yazdı bilinmezdi ama yine de haksızlığa karşı isyanın ilk sesiydi. Anlamlıydı o yüzden, sadece küfür değil, “bunu bana yapamazsının” ilk işareti, karşının nefretine vurulmuş ilk darbeydi belki de...

Yine de öğretmenimiz derdik küçük dünyamızda nefret biriktirmiyorduk. Bir gün bir tabak yoğurdu sabahın erken saatinde bir arkadaşımızla beraber götürmeye karar verdik. Uyandırdık! Yoğurdu bırakıp arkadaşımın suratına duvarın öbür tarafından duyduğum bir tokat attı. Hala yankısı kulağımda ! Üç taş diye bir oyunu yere çizip oynadığımız bir anda, gelip arkadaşımın sırtına oturdu. Bana bakıyordu çocuk yüzünde öyle bir ifade vardi ki dayanamıyordu düşersem dayak yerim korkusu bu ! Yüreklere öyle korku tohumları ekti ki bambu ağacı misali yıllar sürse de ansızın çıkıp herşeyi alt üst eden korkular . 

Köyün bir garibanı vardı Mustafa adında. Zihinsel engelliydi. Bazen okulun ordan geçip bize bakardı,  kimseye zararı yoktu. İdealist bey emrederdi taş atın diye öyle kovalardık ki gariban koşa koşa eve giderdi. Kuyudan su çekmeye gelen öğrencileri yolda durdurup tonla dayak atardı. Yemek teneffüsün de evde dizi film kara şimşeğe dalıp geç kalanları okulun bahçesinde sandalyesine oturmuş beklerdi. Şunu izledin mi diye sorar patlatırdı tokatı. Büyük bir marifetti bu nasıl da anlardı herşeyi. Zavallı ! Köyde kimse bu idealist beyin tavırlarını sorgulamıyordu. Öyle bir tahakkümü vardı ki herkes onun doğru yaptığını düşünüyordu. Belki de o dönemin, “öğrencileri aynı kalıptan çıkarma makinaları” seçilmişti bu şahıslar... 

Bugün hala izlerini taşıyanlar var. Kime ders vermişse o öğrencilerin hiçbiri girişken olmadı çok utangaç oldular. Bildiği  tek meslek öğretmenliği seçti çoğu. Belki de bu idealist beye inat öğretmenliği benimsediler! Dilini beğenmeyip bir daha bu dili konuşmayın dediği herkes ondan onun dilini daha iyi öğrendi. Kendi anadili de hiç unutmadı yeri geldi içinden konuştu ama öz dilini de hiç bırakmadı. Onun öğrettiği herşey unutuldu gitti. Geride akılda kalan korku ve utangaçlık oldu. Ruhlarımızı sardığı bu tünelden kurtuluş mümkün değil ama en azından onun zihinlerimizde edindiği yerinde artık farkındayız. Herkes öğretmen olmamalı zira o da hiçbir zaman öğretmenimiz olmayacak !