Behlül Dânâ hazretleri bir gün Hârûn Reşîd’in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu gören askerler onu kamçı ile dövmeye başladılar.

Askerler vurdukça o;

Vah Hârûn Reşîd! Vah Hârûn Reşîd!” diyordu.

O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı. Askerleri uzaklaştırdıktan sonra;

“Ey Behlül! Bu ne hâl?” diye sordu.

Behlül Dânâ hazretleri;

“Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşündüm.”

Hârûn Reşîd;

“Peki ne yapmam lâzım?” dedi.

Behlül Dânâ hazretleri;

Mâdem ki bu yükün altına girdin. Zulme meyletme. Adâlet üzere ol. Böylece tahtında otur.” buyurdu.

*

Geçmişimizde böylesi kıssadan hisseler o kadar çok ki…

Sadece bunlara bakarak hayatımızı ve idaremizi tanzim etsek inanın başka şeye gerek kalmayacak.

Bugün sayısızca araştırma ve incelemeler yapılmış ve bir o kadar da her alanda yazılar, makaleler, raporlar ve kitaplar yazılmış. Buna rağmen hala “yönetim” veya “idare” anlamında ideali bulmuş değiliz.

Her gün yeni şeyler keşfediyormuş gibi kalem çalanlardan tutunda, kuruldukları makamlarında “ben iyiyim, ben farklıyım” edasıyla arz-ı endam edenlere kadar hemen hemen hepsi boş çuval veya boş teneke gibi ya yığılıp kalmaya mahkum ya da tangır tungur seslerle kulakları tırmalarlar.

Oysa formül sadedir ve asırlar öncesinden gösterilmiştir: “Zulme meyletme ve adâlet üzere ol!”

Bunun gibi birkaç ölçüyü daha alıp hayata geçirdiğimizde inanın dünyanın bütün ilimleri, bilimleri bu alanda susmak zorunda kalacaktır.

Ama bunu yapmayıp üstelik de terk edip başka yerlerde başka şeyler aramaya kalkarsak olacak olan da meydandadır.

Müslümanım der İslam’dan haberi olmaz, insanım der insanlıktan nasibini almaz, bilimsel diye filimsel işler yapar ve siyaset ve yönetim adına adeta facialar yaşatırlar.

Adına da modern derler hatta önüne “yeni” kelimesini koyarak yeni şeyler yaptıkları sanırlar.

Sonra da oturup kukumav kuşu gibi, “biz niye böyleyiz?”, “bize ne oldu böyle?” diye düşünürler.

İşin en tuhaf, en garip ve en trajikomik yönünü söyleyeyim mi;

Başta da söylediğim gibi hayatımızı tanzim için bize formül ve ölçü koyan ve hepsi de bir tecrübeye dayanarak ortaya çıkmış olay veya kıssaları sanki uzaydaki birileri için söylenmiş gibi üzerimize hiç almıyoruz.

Ben söylerken birilerini kastediyorum ama kendimin de buna ihtiyacı olacağını aklıma getirmiyorum. Veya sen bana söylerken senin de buna ihtiyacın olduğunu hiç düşünmüyorsun.

İşte esas açmazımız ve çıkmazımız bu;

 

“Ben iyiyim” ve “kötü olan sensin!”