Her sabah olduğu gibi erkenden kalkıp, kahvaltı salonuna indik. Otel personelinin ve diğer müşterilerin meraklı bakışları altında, her çeşit peynir, zeytin, bal, reçel, kaymak, tereyağ, domates, salatalıktan oluşan Türk usulü kahvaltımızı yaptık. Bugün Disneyland Turu vardı, bize cazip gelmediğinden tura katılmayıp şehri kendimiz gezmeye karar verdik.

                Turda tanıştığımız eşi ve çocuğu ile geziye katılan bir doktor bey vardı. Kendisi daha önce Paris’e gelmiş, çoğu yeri biliyordu. Rehberin düzenlediği gezi turlarına katılmıyor, ailesi ile birlikte  şehri kendi belirlediği program çerçevesinde geziyorlardı.  Biz de onlara takılmaya karar verdik. Altı bayan, iki bey, iki genç kızımız ve bir çocuk olmak üzere onbir kişiden oluşan küçük grubumuzla yaya olarak otelden ayrıldık.

 

                Genellikle bakımlı bahçelerin içinde iki katlı evlerin yer aldığı sokaklardan geçerek uzun bir yürüyüşün ardından metro istasyonuna ulaşıp, bilet makinesinden biletlerimizi aldık. Paris metrosunun bilet sistemi bizimkinden çok farklı. Farklı mesafelere göre düzenlenmiş, farklı fiyatta bölgesel biletler var. Aynı biletle belirlenen bölge içerisinde olmak üzere gece onikiye kadar istediğiniz kadar metroya binebiliyorsunuz. Belirlenen saate kadar tek biletle sınırsız yolculuk yapabiliyorsunuz. Elimizde Paris metrosunun haritası metroya bindik. Vagonların ne kadar eski ve döküntü olduğunu belirtmek isterim. Aslında vagonların ömrü dolmuş, adeta can çekişiyor gibiydi.

 

            Haritaya göre gideceğimiz yere kadar birkaç aktarma yapmamız gerekiyordu. Birkaç durak sonra indik. Metro İstanbul’da olduğu gibi tek hat değil, birbiri ile bağlantılı peronlardan oluşuyor. Bu peronlar tünellerle birbirine bağlanmış. Yan perona geçmek için diğer yolcularla birlikte küçük büfelerin ve duvarlarında ışıklandırılmış reklam panolarının olduğu oldukça temiz bu tünelden geçip tekrar metroya bindik.  Üç dört durak sonra inip, haritada belirlenen perona gitmek için yürümeye başladık. Bu istasyonun zemini çok pisti, duvar diplerinde çöpler gördük. Havasız tünelde yürürken burnumuza yoğun idrar kokusu geldi. Biraz daha yürüdükten sonra kurumuş idrarla kaplanıp rengi sarıya dönmüş beyaz fayans kaplı duvarların yanından burnumuzu kapatıp geçerek perona ulaştık. Önce tenha olan istasyon bir anda siyahi uzun boylu iri yarı kadın ve erkeklerle doldu. Neredeyse hepsi bize nefretle bakıyordu.  Ne olduğunu anlayamadan bu kalabalık çevremizi sardı. Kendimizi can havliyle gelen metroya attık. İçerisi kalabalıktı. Birbirimizden ayrılmamaya çalışarak ayakta duruyorduk, aynı anda haritaya bakıp nerede ineceğimizi tartışıyorduk. Bir süre bizi izleyen ufak tefek, saçlarının bir bölümü dökülmüş kırklı yaşlarda bir erkek yanımıza gelip Türkçe ‘’Dört durak sonra ineceksiniz ben de orada ineceğim dedi. ‘’Gurbet elde akrabamızı görmüşçesine mutlu olduk. Bu yurdum insanı Orta Anadolu’dan gelmiş. Birkaç yıldır Fransa’da inşaatlarda çalışıyormuş. Gözlerindeki mutsuzluğu görünce onun adına üzüldük. Kendisinden öğrendiğimiz kadarı ile bu istasyonun bulunduğu yer zenci mahallesi imiş, beyazlardan hoşlanmazlarmış. Kısa yolculuk boyunca en az beş defa ‘’Çantalarınıza dikkat edin, IRKIZ BUNLAR ALLAH BELANI VERSİN. ‘’ Deyip durdu. Anladık ki Allah belalarını versin demek istiyordu.