Aradıklarıma ben ulaşamıyorum ve arayanlar bana ulaşamıyor diyerek söze başlamak istedim. Aslında söze başlarken sitemkâr davranmaktı niyetim. Sonra aklıma ilk gelen bu düşünceyi demlenmeye bırakınca baktım ki bana da sitem edenler olabilir. İşte mazeretler uydurdum kendimi ikna etmek adına kendi tarafımı tutarak. Sonra yine düşündüm onlara sorsam onların da muhakkak kendilerince mazeretleri vardır dedim kendi kendime.

 Evet, ben böyle kendi kendime konuşuyorum işin içinden çıkamadığım çoğu konuda. Eskiden bunu delirmeye ramak kaldı ya da bak konuşacak insanın yok gibi kendime acımaya kadar götürebiliyordum. Bugün de yapabiliyorum. Fakat okuduklarımdan ve duyduklarımdan yola çıkarak bunun kendine yolculukta yol ve yöntem olduğunu da biliyorum artık. Bilgi, inşallah uygulanır oldukça ben de daha rahat olabileceğim kendimle ve insan ilişkilerinde diye umuyorum. Bakalım.

Gelelim baştaki konuya, yani aranmakla aranmamakla ya da arayıp aramamakla ilgili. Arkadaş, eş dost aramayı düşündüğümde baktım ki hepsinin eşleri, çocukları, torunları var. İşte ara beni istediğin zaman diyorlar ama onlar aramıyor. Biz seni sonra ararız diyorlar aramıyorlar. Ben de yorgun düşüyorum onları aramaktan ve vazgeçiyorum belli bir süre sonra. Bunun ne kadarı benim alınganlığım ne kadarı karşı taraftakilerin bana ayıracak zamanlarının olmaması, bilmiyorum. Belki de bu, koyu yalnızlığıma bir malzeme oluyor. Ben de halimden memnunum. Sadece bunu kabullenemiyorum. Kim bilir.

Artık zamanlar artık zamanlar... Eskiden boş zamanlar vardı. Bir sürü yaptığımız şeyle yanıtlardık ‘ boş zamanlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz’ sorusunu. Belki onun gibi içeriği zamanla değişecek bir kavram olacak’ artık zamanlar ‘benim için.Arta kalan zamanlarımızın nasıl değerlendirildiğine dair.Öyle bir şey var mı uyduruyor muyum, ondan bile emin değilim.Her neyse bunlar da Özlence saçmalamalar olsun.

“Kalbinizi boş bırakmayın, siz kapısını kapatmazsanız onu doldurabilecek sayısız kavram vardır. Odacıklardan biri elbette sevdiğinize ait olacaktır ama onu sağ kulakçığın en sakin bölgesine rahatlıkla sığdırsanız bile, elinizde kalan üç odacık da bir şekilde doldurulmayı bekler. Onlara yerleştirebilecekleriniz say say bitmez; arkadaşlarınız, dostlarınız, komşularınız ya da akrabalarınız için de kolaylıkla yer bulunur. Kalbinizi elbette meslek aşkınız, yaşam tutkunuz ya da içinizde yaşattığınız misyonunuzla da doldurabilirsiniz. Her kim ya da neyle doldurursanız doldurun, umut için de küçük bir yer bırakmayı unutmayın. Umut, kalbin en önemli enerji kaynağıdır.”

Böyle söze başlamış ve kalp sağlığıyla ilgili önerilerde bulunmuş otorite konumunda bir kişi. Bu sıralar çarpıntılarımla ilgili yakınmalarım yoğun olduğundan dikkat kesildim. Çok ürküyorum o çarpıntılar esnasında, resmen vücudumda deprem oluyor. Titre ve kendine gel Özlen anları olarak onları geçiştiriyorum. Şaka bir yana gerekli ayak işlerini de yapıp tedbirimi alıyorum.

Alıntıladığım bölüme dönersem,çok anlamlı geldi bana. Yaşanmışlıklarımı süzgeçten geçirince, baktım ki o bahsettiği ilişkilerle ilgili hiçbir zaman dengede kalamamışım. Hepsi bir arada, eşit miktarda yer almamış hayatımda. Hep öncelikli olanlara yer verilmiş son hızla yangından mal kaçırırcasına, yangın bitince bir de bakmışım geride enkaz kalmış. Bugün de farklı olduğunu düşünmüyorum. Hatta bunu savunurken buluyorum kendimi önceliklerim açısından. Bu tabii o paragrafta altı çizilen en önemli öğeyi yok ediyor; umudu.

Bu bayramda da öyle oldu. Umut yok diyerek bayramı karşıladım. Nitekim daha karşılarken müthiş öfke patlaması yaşadım. Annemi ziyarete gelen adam sohbetlerinin bir yerinde dedi ki: ‘”Yeni gelin değildi ki kocasının söylediklerinin arkasında dursun. Hâlbuki biliyordu benim haklı olduğumu. Yandaş olabilirdi bana. Kırıldım.”

Dayanamadım. “Takdir ediyorum öyle kadınları her ne olursa olsun kocasının yanında duranları,” dememle birlikte tartışma başladı. Yanlış örnek yoktur gibi laflar etmeye çalıştı karşımdaki erkek. Dinlemedim. O kadar öfkeliydim ki... Yıllarca sevdiklerimi savundukça yedim dayakları bir kadın olamadın diye. Şimdi de baş kakıncı oluyor geçimsizliğim. Ucu nereye dokunuyorsa herkes kendince yargılıyor biçiyor. En acısı da ben Özlen’ i yargılayıp biçiyorum. Fakat onun yani Özlen’ in yanında olmak için elimden gelenin en iyisi ile ona yardımcı olmaya çalışıyorum. Gerekirse yardım alıyorum.

İstekliyim kendimle daha doğrusu kendimi yanıma alarak yol yürümeye. Bugün yeni bir bilgiye ulaştım bir takıntım üzerinden belki duymak size de iyi gelir paylaşayım. Ben beyaz renk kışın giymem, ”Fakirin düşkünü beyaz giyer kış günü “delilikle, yoksullukla özdeşleştirilir diye. Ayrıca esmer olduğum için patlıcanın üzerinde yoğurdun çiğ durduğuna dair bir geri bildirimden dolayı zevkine sonsuz güvenim olan annemin etkisiyle yazın da içime sinerek giymezdim ve şimdi de giymiyorum.

Bunun yeni bakış açısına ise yenice birinin hatırlatmasıyla uyandım.”Anneler kızlara evlilikten önce beyaz uygun bulmazlarmış eski inançlara göre uğursuzluk getirir diyerek kızlarımıza beyaz gelinlik harici hiç giydirmemişler. Eskilerin anlayışına göre çok şey kayıp yaşanmış. Şimdi ki aklımızla bakınca bizleri kendilerince korumak istemekle ilintili bu olanlar. Yaklaşım ne kadar önemli değil mi? Herkesin teselli cümlesi farklıdır. Annenizin dediği ile yapmak istediği farklıymış. Nazar değmesinden korumak istiyorum seni yerine başka bir teşbih yaparak söylemesi, yıllarca beyazda çirkin olurum düşüncesi veya kendinizi beğenmemenize vesile olan bir bilinçaltı kalıbı oluşturmuş. Birini daha kırdık direnç kayboldu. Fark edildikçe çözülür. Aydınlanır zaten içten içe.”

Ezcümle şu olabilir; artık zamanlarda başkalarıyla iletişim kurmak için yırtınıp duracağına kendinle iletişimini sağlamlaştır. Korkularının adını koy, sahiplen, onları kucakla ve özgürleş onlardan. Konunun içeriğine uysa da uymasa da bir özlü söz bırakıyorum buraya:

“Kazanmayı değil gerçeği seçiyorum. Başarıyı değil ışığın doğrultusunda yaşamayı seçiyorum.” Abraham Lincoln.