Ben diyorum ki her fert baş ucuna; “Suçlu benim, herkes suçsuz!” levhasını asmalıdır. Ben diyorum ki yegâne kurtuluşumuz herkesin herkesi affetmesindedir. Daha ötesi kanunların sorumluluğuna girer. Ama görüyorum ki anlatamıyorum… Hissediyorum ama anlatamıyorum! Çocuk, “Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz…” dedi. Ağladıkça anlıyorum… Anladıkça ağlıyorum… Artık bütün mantık hesaplarımı kaybettim. hem de öylesine kaybettim ki; Amerika’da bir cinayet işlense de, dünya çapında bir ses sorsa; “Katil kim?”, “Benim!” diye haykırabilirim! Soğuk kış geceleri, köprü altında yatan çıplakların vebali benim boynumda, gömleğimin yakasında… İsterse çareme adli tıp baksın fakat bir hastaneye girsem de kan kanseri çeken hastalar görsem acaba onları bu hale ben mi getirdim? diye düşünüyorum.

Ben ne yaptım? Uykuda, baygınlıkta, annemin karnında, babamın kanında hangi cinayeti işledim? Hangi mukaddesi kirlettim ki kendimi gelmiş gelecek bütün fenalıkların tek sorumlusu biliyorum? Dışımda ne arıyorlar? İçime doğru suçluyum ben! Bir de kalkmış belki kendimden birine, ondan öbürüne geçer, bir merhamet yangını çıkar bütün ülkeyi sarar diye; tımarhanelik bir hayalin peşine düşmüş gidiyorum!

Göklerin merhamet dolu olduğuna inanıyorum… Bizse nefsimizin beton çatısını tepemize dikmiş, yaşamayı öldürüyoruz! Merhamet… Âlem bu temel üzerinde! Eğer toprağa, tohuma, hatta kire, lekeye merhamet olmasaydı, su olur muydu? Rengi merhamet, sesi merhamet, pırıltılı şırıltılı su…

Ne duruyorsunuz! Sökün sahte su borularını! Ev ev merhamet şebekesi kurun! Tepelerinizdeki çatıları da yıkın! Göklerle temasa geçin! O zaman göreceksiniz ki; acı su borularından, kendi kendine tatlı su akacak ve başlar üstünde, güneşe yol veren kubbeler yükselecek…

Evet, yukardaki girizgâh tahmin edeceğiniz üzere makinelerin insanları esir ettiği çağımızda üstat Necip Fazıl'ın kaleminden akan; adaletle merhametin birbiriyle iç içe geçmiş insani değerler olduğunun anlatıldığı; ceza reisi bir yargıcın idama götürdüğü bir gençle ilgili olarak sonradan masumiyeti ispatlanınca içine düştüğü sorgulama, vicdan azabı ve hayatının altüst oluşuyla ilgili müthiş bir yapıt olan Reis Bey adlı eserinden.

Daha önce okuduğum ama Mesut Uçakan'ın sinemaya uyarladığı bu eseri izlediğimde “milletçe tekrar tekrar izlesek” ve hep bu tür eserler çıksa karşımıza demiştim.

Okudukça, izledikçe ağlasak, ağladıkça anlasak.

Gönül yükümüz sadece merhamet olsa ve ellerimiz bu sayede daha az yaysa kötülüğü; daha az konuşsak, birbirimizin yakasına yapışmak yerine daha çok düğümü çözsek, yorulmadan dokusak sabrı gönüllerimize, sadece hayrı anlatsa sözümüz ve eylemimiz muhatabımıza, samimi dualar taşısak kalplerimizde ve dilimizde diye.

Öyle ya; aklımıza, dilimize, kalbimize başkalarını ezmek için görünmez balyozlar takıp gezdiğimiz; dışımızdaki dünyanın gürültüsünden içimizdeki sese sağırlaştığımız zamanımızda Suriye'nin kan ağlayışı, Mısır'ın esareti, Irak'ın parçalanmışlığı, Filistin'in çaresizliği, Türkmen Dağı'nın yalnızlığı, Somali'nin açlığı, Arakan'ın yangını, Doğu Türkistan'ın kimsesizliği hülâsa insanlık aleminin neresinde her ne dert varsa hepsinin birden tek sebebi buz tutan gönüllerimizde yakamadığımız merhamet ateşinin zemheri yalnızlığı değil mi?

Çok değil sadece on, onbeş yıl geriye; kendi hiçliğimizi fark edecek kadar her şeyin sahibini bildiğimiz, içimizle meşgul olduğumuz vakitlere gidelim…

Dünyanın bize en uzak köşesinde açlıktan kıvranan bir insanın varlığı,bir annenin gözyaşı, bir yetimin baba haykırışı kendilerinden haberimiz olmasa bile -yüreğimizde o an yanan bir ateşle- iştahımızı kaçırıp, soframızdan kaldırmaz mıydı bizi?

İnandığımızla yaşadığımızın birbiriyle çelişmediği; aklımızla kalbimizin, hâlimizle kâlimizin, içimizle dışımızın bir olduğu o vakitlerde mahallemizden okulumuza, evimizden komşumuza, çarşımızdan sohbetlerimize kadar her alanda hayatımızı tanzim eden sabit referansımız “sevgimiz,merhametimiz,şefkatimiz” değil miydi?

“Komşun açken tok yatılmaz” diyen de, vaktiyle yoldakilerin canı çekmesin diye muzu siyah poşetle taşıyan da, görülen kusurun söylenmesini ayıp bulan da biz değil miydik?

Peki ne oldu da bu hale geldik dersiniz?

Modernite” adı altında hortlayan haçlı ruhu kapitalizmin en vahşi gömleğini giyip karşımıza dikildiğinde kalbimiz, tecrübemiz, imanımız başka bir şey söyledi bize; okulumuz, çarşımız, mahallemiz, evimiz başka birşey.

Kapitalizmin vahşi, sekülaritenin cazip, modernitenin ayartıcı bu daveti, ilk bakışta gayet masum, tamamen bizi düşündüğü hissini verse de bu çağrı nefsimizle vicdanımız arasında amansız bir savaş başlattı ve yaşadığımız çağa rengini veren zihin yapısı bu savaşla iki farklı insan tipi doğurdu.

İlk kısım; kendisine ait olan doğruları başkasının yanlışlarıyla takas etmekte hiç bir mahzur görmeyerek ortada kendisi kalmayacak kadar başkalaşanlardı ve bunlar bu değirmene su taşıyanların marifetiyle siyasetten ticarete, bürokrasiden medyaya, eğitimden sanata kadar her sahada zoraki var edildi. Bu ilk kısım; nefsi öne çıkaran, peşin olana tapan bu var edilişin bedeli olan bize ait olan her şeyin yok edilmesini hayranlıkla izledi.

İkinci kısım; susmayı, dinlemeyi, söylemeyi, muhabbeti, nezâketi, dinini, geleneğini, haddini bilen, kendi doğrularını kalbinde ve nisbeten hayatında muhafaza etmeye gayret ettiği halde başkasının teklifini, yanlışlığını bile bile yaşamaya mecbur kalanlardı. Bunlar da inandığı ve yaşadığı arasındaki uçurumda ya hakikat çilesiyle mahzun bir tavır sahibi oldu veya bu puslu havada kalbini kısmen muhafaza ederken şahsiyetini yitirdi.

Sonuçta da kapitalizm denen canavar; insan denen en büyük kutsalı araçların, güç üreten bilim ve teknolojinin, bunların da ötesinde sermayenin, dolayısıyla ekonomik ve siyasî gücün kölesi hâline getirmeyi başardı.

Hoyratlığı, acımasızlığı, şehveti her yerde aynı; fakat dili ve üslubunu, ürününü pazarlamak istediği coğrafyanın rengine, pazarlaması gereken zamanın ruhuna uyarlayan bu modern kölelikle eski yokluk günlerimize nisbetle hayatın her sahasında her şeye sahip olsak da; zihnimiz, kalbimiz, kelimelerimiz, değerlerimiz, hayallerimiz, mahallemiz, üniversitemiz, evimiz, çarşımız, her şeyimizle biz artık bir başkasına ait haldeyiz.

Yokluğuna kahrolmamız gereken “sevgi,merhamet,adalet” gibi ulvi kavramların nisbî varlığına sevinme,varlığına isyan etmemiz gereken“nefret, ayrımcılık,ötekileştirme,zulüm” gibi toplumumuzda olmaması gerekenlerin kısmî yokluğundan memnun olma devrini de işte böylece yaşamaya başladık.

Bu yaşam biçimiyle de nezaketi, zerafeti, bir selamın gücünü, elimizi birbirimizin omzuna koymanın büyüsünü; birbirimizin gözlerinin ta içine bakmayı, hatır sormayı, iki tatlı söz etmeyi; kendimiz gibi düşünmeyi, hissetmeyi, kavramayı, yorumlamayı, anlamayı unuttuk. Dostluklarımızın, aşklarımızın içine bile öfkeli, haset, mukayeseli, kötücül duygular girdi.

Dışımızda yaşanan her şeyden haberdâr olduğumuz halde; başkasının fikrine tahammül etmek gibi basit bir inceliği beceremezken, kendi fikirsizliğine tahammül etmek gibi bir zoru başarabilen, kafası bedenine yük, beyni kafasına ceza insanların ezici çoğunluğa sahip olduğu bu çağda; insanların açlıktan ölüş haberini sofra başında seyrederken ziyâfete devam edebilişimiz, bizim kendi içimizde ölüşümüzün ya da kendimizi ölü yüreklerle yaşıyor sanışımızın tescili değil mi sizce de?

Zira, mutluluğun tek başına yaşanabilir bir şey olduğuna, hatta satın alınabilir olduğuna inandırdılar bizi.

Bu inançla yola çıkan insanlardan da kendi zekâsını başkalarının aptallığı, kendi iyiliğini başkalarının kötülüğü, kendi güzelliğini başkalarının çirkinliği üzerinden tarif eden, kendini başkaları üzerinden temize çeken; yaygın alaycı bir dil kullanan, hatta bunu zekâ pırıltısı sanan bir toplum çıktı ortaya. Sadece muhatabına değil, sahibine de zarar veren o kötücül ses; durmadan içeride fokurdayan o zehirli duygular her konuda haklı olduğumuza kanaat getirip habire etrafımızı eleştirme sevdamızı uyandırdı.

On dört asırlık geleneğin muhkem ve muhteşem duruşunu merdiven altlarına mahkûm ederek iki kişi bir araya geldiğimizde üçüncümüzün etini kalbimizde en ufak bir huzursuzluk olmadan meze yapabiliyor olmamızın da; düşmanına sövmemek için bahane arayan gönüllerimizin dostunu sevmeye sebep bulamaz olmasının da sebebi bu işte.

Sanki bizi yaratan, işlediğimiz günahlara rağmen nimet vermeye devam eden, günahlarımızı aşikâr etmeyen Rabbimizden daha çok hak sahibiyiz artık kızdığımız, sevmediğimiz, fikrine katılmadığımız, bizim gibi düşünmeyen, bizi sevmediğini bildiğimiz “ötekilerin” üzerinde.

Başkasına ruh üfleyecek keyfiyeti kaybedip, kendisini diriltecek mânâyı aramaya mecali kalmayan bizler artık herkesi eleştirebilecek kadar kâmiliz; hiç kimsenin eleştiremeyeceği kadar mükemmel.

Bulmak için aramak lazım diyor arifler, aramak için de kaybettiğini bilmek.

Ne demişti üstad; “anlayabilseydiniz ağlardınız !

Anlayabilene, gözünden yaş akıtıp gönül sarayını temizleyebilene selam olsun !