“Ham düşünceleri, ancak akıl pişirir.”  Firdevsi

         Felsefe iki bin beş yüz yılı aşan geçmişinden günümüze kadar varlığını ve güncelliğini hep sürdürmüş ve sürdürmeye devam ediyor. Felsefe geleneksel olarak “insan nedir?” ve “Tanrı var mıdır?” sorunlarla uğraştığı düşünülür, ama yalnızca bunlarla sınırlamak tarih içindeki işlevini bir tarafa bırakmak anlamına gelir. Akıl ve inancın bireysel bir özelliğimiz olmasına karşılık felsefe ve teoloji kurumsal bir özelliğe sahiptir. Akıl ve inanca doğuştan sahip olabiliriz; felsefe ve teoloji bir bilgi sistemidir ve öğrenilir. Şüphesiz akıl ve inanç doğuştan sahip olunan özelliklerimiz olsalar da geliştirilebilir ve öğrenme yoluyla ilerletilebilir. Günlük yaşam içinde her ikisine de gereksinim duyulur. İnsan akıl sahibidir, ama öncelikle inanan bir varlıktır. İnançları akıl ile temellendirmek, akıl aracılığıyla kavramak ister. Akıl ve inanç kendi sistematiği içinde gelişir, daha doğrusu bir bilgi içinde varlık kazanır.

            Batı dünyası insanın teoloji ile olan ilişkisine Aydınlanma dönemi ile yeni bir yön vermiştir. Aydınlanma döneminin Ortaçağ Hristiyan dünyasının karanlık bir tepki olduğu söylenir. Büyük ölçüde doğru olabilir, ama şu bir gerçek ki İslam dünyası karanlık bir dönem yaşamamıştır ve birçok konuda diğer toplumlara rehberlik etmiştir. Aydınlanma döneminde ortaya çıkan çalışmaların arka planında yatan en önemli etkenler arasında, İslam dünyasında yapılmış olan bilim ve felsefe çalışmaları bulunmaktadır. Aydınlanma dönemi bir akıl çağıdır, bilimin ve felsefenin bu sayede ortak bir zemin üzerine buluşabildiği dönemdir.

            İnsan inancı bir kenara bırakarak yaşayamaz, ama onu gerçek anlamda kavramak ve günün değişen koşullarına cevap verebilmesini ister. Her iki alanda başarı, inanç ve aklın çağın koşullarına uygun bir şekilde bir araya gelmesiyle sağlanabilir. İnsan manevi değerleri olan hem de akıl sahibi bir varlıktır. İnsanın temel bu iki beşeri özelliği arasında ne mutlak bir çatışma ne de tam bir uyumdan söz etmek mümkündür. Akıl ve inanç son derece özel koşullar altında insanın birbirini tamamlaması gereken iki beşeri özelliğidir. İslamiyet akla ne kadar önem verdiğini ve yücelttiğini biliyoruz. Fakat akıl ve inanç kolayca karşı karşıya gelebilir. Bu yönüyle felsefe ve teolojinin karşı karşıya gelmesi gibidir. Akıl sorunu çözebilme ve değişen koşullara uyum sağlayabilme özelliğine sahiptir. Felsefe ve teoloji arasında rekabet olsa da birbirlerine daima muhtaç olmuşlardır. Teolojinin, felsefenin sorgulayan, kuşku duyan tavrına her zaman ihtiyaç duymuştur. Günümüz teolojinin felsefe kadar, hatta ondan daha fazla günümüz bilimine eğilmesi, eğitim programı içinde bilimlere kesinlikle yer vermesi gerekir. Günümüz insanı inanmak ve inandığını aklıyla kavramak istemektedir.

Akıl, İslamiyet’in en değer verdiği özelliklerinden biridir. Günlük yaşamın sorunları karşısında güçlü olabilmek, günümüz insanın sağlıklı bir ruh ve düşünce yapısına kavuşmasıyla mümkündür. Bu durum sadece birey açısında değil, toplum açısından da son derece önemlidir. Sağlıklı ve güçlü toplumlar gelecekte ayakta kalabilecektir. Bir toplumun sağlıklı bir düşünce ve ruh dünyasına sahip olmadan bilimde, teknolojide, sanatta başarılı olması, çok sert ve yıkıcı bir rekabetin yaşandığı bu alanlarda kendisini göstermesi, bir ürün ortaya koyabilmesi herhalde mümkün olmaz. Birey ve toplum olarak günümüz dünyasına ayak uydurabilmek ve rekabet edebilmek için sağlıklı bir düşünce dünyasına sahip olmak kaçınılmazdır. Bunun temel koşulu, özellikle de felsefenin ve teolojinin rekabet içinde, ama birlikte oluşturabileceği bir bakış açısıdır.     

Vesselam!!!