Hani herhangi bir sözleşmenin altında sayfalarca minnacık yazılar yazar, okunmaması için ellerinden geleni yaparlar ya. Sonra herhangi bir aksilikte de o yazıları okumamakla suçlarlar ya. Burada küfür edesim geldi. Ne fayda!

Gelelim yaşım ve yaşanmışlıklarım doğrultusunda bir de buna ilaç prospektüsleri ve etiket okumalar girdi günlük yaşamıma. Sorumluluğunu alacaksın ya. O küçük, neredeyse mikroskopla okunabilecek minnacık yazıları kâğıtların, şişelerin, kapların ya da etiketlerin üzerinde okuyacaksın, o bilgileri anlamlandıracak alt yapıya sahip olacaksın ve bildiklerinle bile kafa karmaşası yaşamayacaksın ve yola devam edeceksin. Ölme eşeğim ölme demek geldi içimden.

Usandım ya savunmada kalmaktan. Saldırasım var tüm silahlarımı kuşanıp. Heytt diye bir nara eşliğinde ortaya çıkarak ‘ben de varım’ diyesim var. Dolandırıcının teki kapımızda burnumuzun ucuna kadar geldi. Biz uzaktan ve tanımadığımız bir akraba sanarak ağırladık mekânımızda. Hatta kahve teklif ettik tüm misafirperverliğimizi sergilercesine. Tabii kahve faslı sevgili annemin önerisiydi. Neyse geç olsa da uyandığımızda polise gittim. Şikâyet dilekçemi bile almadı. Çünkü zorlama yok. Hatta ‘akrabalarımızı tanımamakla’ yargılandım. Dilimin ucuna geldi ‘ hırsızın hiç mi suçu yok’ demek. Fakat görünürde hırsızlık yok ki...

İşte tıpkı o minnacık yazılarda olduğu gibi ancak görünür olduğunda hırsızlık adı konulabiliyor eylemlere. Yoksa diğerleri fasa fiso. Hep gardını alacaksın nereden ne zaman hangi tehlikenin seni alt etmeye çalıştığını fark edeceksin, önlemini alacaksın ve de gerilmeyeceksin. Çünkü düşman bir dünya algısı ve hayatta kalma dürtüsü atalarımıza ait. Bugün konfor alanında o korkulara temas etmek boş işler. Yediğin önünde yemediğin ardında ne istiyorsun daha. Abartma! Diyerek de yargılanacaksın.

İşte bak şu minnacık yazıların başımıza açtığa işe. Sohbet nereden nereye gidiyor. Bitmedi daha bu sorumluluk meselesi. Örneğin yine yaşamımın sorumluluğunu almak için spora gidiyorum. Yaşım gereği motivasyonum ne? Rahatlıkla eğilip kalkmak en azından çorabımı ayakkabımı kendim giyebilmek, yaşım ilerledikçe altıma çiş kaçırmamak, sırtımı kaşıyabilecek veya banyoda ovabilecek esnekliğe sahip olmak gibi uzayıp gidecek bir listenin bana ait kısmında sorumluluğumu almak.

Sıkıldım. Salıvermeye ihtiyacım var. Daha fazla özgürlük kazanmak için ‘çabalamayı bırakmak ‘ gerekiyor sanırım. Bunu Judıth Malıka Libarman’ın “ Masal Terapi” adlı kitabından bir masalla destekleyelim.

Mağaradan Bir Ders

En kısa sürede aydınlanmaya ulaşmak isteyen bir öğrenci meditasyon yapmak için bir mağarada inzivaya çekilmeye karar vermiş. Ustası, bu kararını tek bir şartla onaylayacağını söylemiş. Şartı öğrencisinin ayda bir kez ilerlemesiyle ilgili bir not göndermesiymiş. Bir ay sonra öğrenci şöyle bir not göndermiş: ”Kalbimin bin yapraklı bir çiçek gibi açıldığını hissettim.” Usta “Hımm” diye mırıldanmış ve notu buruşturup çöp kutusuna atmış.

Bir ay sonraki notta şöyle yazıyormuş: ”Kalbim artık bana ait değil. Göğsümde atan şey içimde var olan evrenin kalbinin küçük bir parçası.” Usta yine etkilenmemiş ve hatta biraz da hayal kırıklığına uğramış. Not yine çöpü boylamış.

Ertesi ay notta şöyle yazıyormuş: ”Evren bana birlik dalgaları yolluyor. Bedensel kabuğumdan çıktım ve yıldızlara seyahat ettim.” Usta hiç mi hiç etkilenmemiş. Bundan sonra gelen notların tümü tıpkı ilki gibi ustanın hayal kırıklığıyla çöpü boylamış. Bir tanesinde, ”Evren benim aracılığımla benimle konuşuyor” yazıyormuş. Diğerinde ”Her şey bir, hem bir zerre hem de yaratıcıyım” diyormuş. Bu notlar da diğerlerini takip edip çöpü boylarken giderek ustanın sabrını tüketmeye başlamışlar. Ta ki öğrenci vakti geldiği halde hiçbir not göndermeyene kadar. Ertesi ay da not gelmeyince usta öğrencisine bir hatırlatma gönderip aylık yazılı raporunu sormuş. Cevap olarak gelen notta şöyle yazıyormuş: ”Kimin umurunda?”

“Sonunda!” diye bağırmış guru, ”Sonunda anladı!”