45 yıllık espritüel dostumla geçen yıl Adıyaman’da yaptığımız sohbette, okula yeniden başladığımı söylediğimde“Ahrette avukata gerek var mı ki?”diyerek ironi yapmıştı...

Espri bir yana, birlikte liseden mezun olduktan sonra hukukçu olan bazı arkadaşlarımın, “Avukatlık başkasının işini parayla satın almaktır. Artık, kendi işimizi satacak adam arıyoruz!” diyerek fiilen de olsa emekliye ayrıldığı bir mesleğin okulunu bitirmeye doğru son adımları atmak, hepsinden önemlisi her derste yeni şeyler öğrenmek ayrı bir heves, ayrı bir sevinç kaynağı oluyor…

İlk başladığım 1976’da hocalar sınıfa girerken öğrencilerdeki “ayağa kalkma” alışkanlığının, aradan geçen “40 yıllık” süreçte her iki tarafın da içselleştirmesiyle olacak ki “kalkmamaya” dönüştüğü, “ikinci bahar”ına başladığım, son iki yılında derslerine devam ettiğim, mezuniyet için altı dersimin kaldığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi yolundaki toplu ulaşım araçlarının elektronik geçiş noktalarında manyetik “Öğrenci” sesini duyan görevlilerden bembeyaz saçlarımı görenlerin binde bir de olsa “AnkaraKart’ınızı görebilir miyim?” demelerini unutamam.

İlk ve ortaokula giden torunlarımın masalarında çalıştığımı, “Dede, bu yaşta okula mı gidilir?” demelerini, “birlikte yaşamaya alıştığım!” bel fıtığı ve diz kireçlenmesi rahatsızlıklarımın yanı sıra derste uyuklamamak için el çantamda mini kolonya bulundurduğumu,  sınavlar ve öncesinde hafıza güçlendirici Tebokan kullandığımı hiç unutamam.

Sınıf mevcudu olan 800 kişiden birkaç öğrenci akranım gibi günde 20-25 sayfa okuyabilmemize karşın 60-70 sayfa okuyabilen, öz disiplinli whatsApp grupları ile bilgi paylaşımında örnek olan, ülkemizi, özellikle adalet kürsülerini emanet edeceğimiz genç hukukçu kardeşlerimizin seviyeliliğini unutamam.

            Hocalarımız; öğretideki tartışmalı konularda öğrencilerin muhakeme ve iradelerini şimdiden ipotek altına koymalarına fırsat vermeyerek “İstediğiniz görüşü savunun, yeter ki temellendirin.” diyenleri, adeta Mecelle’nin 1792. maddesini uygulayanları, ezberden çok araştırma ve muhakeme yeteneği arayanları, sınavlardaki test+klasik sorularıyla konuların yüzde yüzünün öğrenilmesine çabalamak zorunda bırakanları, mevzuatla ilgili anlamlı esprileri ile derse dinamiklik kazandıranları, öğrencilerin rahatça not tutabilmesi için duraksayarak anlatanları, öğrenciyi 3-5 puanla bırakmamaya özen gösterenleri ve daha nice değerleri de unutamam.

            15 Haziran 2017 sabahı İnsan Hakları dersi final sınavına girmek için metro ile giderken merkezi anonsta; toplu ulaşım araçlarının Kızılay’a girmesinin Ankara Valiliğince yasaklandığı, Kızılay’a gideceklerin bir önceki durak olan Necatibey’de inmeleri gerektiği duyurusu üzerine trafik sıkışıklığında taksi ile okula zor yetiştiğimi de unutamam.

Okulda gönüllü katıldığım dört tam günlük Yargıtay Etik İlkeleri Eğitimi Programında izlediğimiz yabancı kaynaklı videoda 2+2’nin; öğretmeni ve yürütme organlarının öldürmekle tehdit etmesi ile 5 ettiğini tahtaya yazmak zorunda bırakılan öğrencisinin vicdanı ile düştüğü çelişkiyi giderme adına hemen ilk fırsatta 5’i karalayıp 4 yazması üzerine ekranda beliren “İstediklerinizi dayatsanız bile HAK daima galip gelir.” sözünü de hiç unutamam.

Maddi yönden, karınca kararınca “ununu elemiş, eleğini duvara asmış” biri olarak idealimiz; çok para kazanmaktan ziyade, “önce sağlık ve huzur” diyerek yerel gazete köşe yazarlığında ve Hayat Okulu(!)’nda 65’ine kadar devam ede gelen “öğrenciliğimizde” yaşananlardan ve yaşadıklarımızdan edindiğimiz deneyimleri, Hukuk Okulu’nda öğrendiğimiz bilgilerle harmanlayıp topluma daha yararlı olmak, öğretilen hukuku yaşayan ve yaşatılan hukuk haline getirmek, 20-30 yıldan beri uygulamada olmasına karşın özellikle eşitlik ilkesine aykırı gördüğümüz yasa ve uygulamalar hakkında, gerektiğinde iptal veya ihlal kararları almaya çalışarak daha adaletli bir dünyada ve ülkede yaşamak ve yaşatmak olacaktır.

14 yıl önce ortaokul öğrenciliğinde kendisine söylediğimi sonradan hatırladığım, “Derslerine çalışmazsan seni Sanayi Sitesinde otomobil tamircisine göndeririz(!)” sözünü, yer tutmuş olacak ki espri ile karışık tekrar “sahibine(!) iade eden”, yazıcılarından çıktı almaktan usandırdığım evlatlarımı ve hele “hayat ağacım” minik torunlarımdan aldığım keyfi ise hiç mi hiç unutamam.

Her şey için herkese çok, ama çok teşekkür ederim.

Gelelim bundan sonrasında ne yapacağımıza; 9. Cumhurbaşkanımız rahmetli Süleyman DemirelÜlkede 24 saat çok uzun bir süre” demişti… Şimdi ise değil 24 saat, 24 dakika bile çok uzun süre… Her şey, her dakika değişebiliyor çünkü…

Tarihe not düşme adına iş bu satırları yıllığına yazdığım okulu bitirdiğimde ve sonrasındaki “24 dakika”larda kim bilir daha neler değişecek?

Tabii ki, “Ahrete!” kadar…

Mustafa IŞILDAK